İki toplantıdan esintiler

Geçtiğimiz günlerde, biri İstanbul Yüksek Ticaret ve Marmara Üniversitesi İ.İ.B.Fakültesi Mezunları Derneği, diğeri ise İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mezunları Derneği tarafından olmak üzere, iki ilginç toplantı yapıldı. Birinci toplantının konusu “Küresel Kriz ve Vergi”, ikincininki ise “Dönüşen yapılanmalar” idi. Her iki toplantıda da konular kadar tartışmalar da ilginç idi. Bu yazıda, her iki toplantının esintilerini kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Küresel Kriz ve Vergi” konulu oturumun konuşmalarında en çarpıcı olanı, DİSK başkanı Süleyman Çelebin’nin, 1980 yılında 42 milyonluk Türkiye’de 2,5 milyona yakın sendikalıya karşı, 2010 yılının 70 küsûr milyonluk Türkiye’de sendikalı sayısının bu rakamın ancak dörtte biri kadar olduğu bir ülkede insan hakları ve özgürlükler söylemi ile anayasa hazırlandığını söylemesi oluşturdu.

Bunun karşısında bazı sanayi kuruluşları ve sanayi odaları temsilcileri ise ne yüksek boyutta işsizlikten ne yoksulluktan ne de ümitsizlikten bahsetti. Tam tersine, krizden çıkılabilmesi için devletin bazı vergi teşvik önlemleri getirmesi, kamu kesiminden sağlanan girdilerde maliyet indirimine gidilmesi vb gibi kârların yükseltilmesine yönelik olarak, sanırım kendilerinin de inanmadığı söylemlerle konuşmalarını sürdürdüler. En sıkıştıkları noktada ise tüm kabahatı “siyasî iradenin olmamasına” yükleyerek, sorunların sorumluluğundan kurtulmayı denediler.

Geçen günlerde, sanırım Kayserti Ticaret Odası Başkanı bir üniversitede konuşma yaparken yumurtalı saldırıya maruz kaldı ve bu arada bir öğrenci “krize neden olanlar bize krizi anlatamaz” diye haklı olarak bağırırken, AB ile uyum sağlamaya çalışaşan bir ülkenin(!) özgür ve demokratik üniversitesinde(!) bu öğrenci güvenlik güçleri tarafından ağzı kapatılarak karga tulumba salondan çıkarıldı. Oysa, öğrenci çok haklı idi! Çünkü, kriz sermayenin sebep olduğu bir çöküştür!
Toplantıda benim de yer aldığım oturumda krizlerin önlenmesi için ne yapılabilir gibi, oldukça güç bir konu tartışıldı. Konu çok güçtü, çünkü dinleyiciler sosyal bir felaket gibi üzerimize çöken krizleri önlemek için bir önlem bekliyordu, oysa bu sistemde benim dinleyicilere sunabileceğim bir önlemler paketim yoktu. Böyle bir paketim yoktu, çünkü kriz kapitalist sistemin işleyiş sonucunda ortaya çıkan ve sistem sürdüğü sürece daima oluşacak olan çok doğal bir sosyo-ekonomik olgudur.

Krize sermayenin gerileyen kâr oranlarının telâfi edilmesi çabaları yol açmaktadır. Sermayenin kâr oranları gerilerken kriz en son önlem olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira, krize gelene dek, önceleri en masum haliyle reklam faaliyetleriyle piyasaların genişletilmesine çalışılmıştır. Piyasaların genişletilmesi çabalarına, sermayenin ele geçirdiği sömürü paylarının yeniden sömürü alanına sokulması işlemini gören finans sektörü ile devam edilmiştir. Bu da yetmeyince, ulusal ekonomilerde tüketici piyasalarını genişletebilmek için sosyal politikalar geliştirilmiştir. Hem tüketici hem de üretici piyasalarını genişletmeye yönelik küreselleşme operasyonu da sorunu çözmede başarı sağlayamayınca, en sonunda üretici ünitelerinin bir kısmını tahrip etmeye yönelik olarak kriz patlak vermiştir. Hal böyle olunca, sisteme içkin doğal bir gelişme olan krizlerin önlenmesi olanaklı görülmemektedir.

Ünlü bir iktisatçının çok veciz bir şekilde belirttiği gibi, “her kriz, yeni krizin tohumlarını ekerek sonlanır” ! Bu ifadeden de açıkça anlaşıldığı üzere, krizler kronik olarak seyreder ve bazı önlemlerle ancak ertelenebilir. Ertelemenin olanaklı olmadığı aşamaya gelindiğinde ise, krizler akut olarak yaşanır. Ne var ki, kronik seyreden krizleri önleyebilmek için sistemin geliştirdiği ve devreye soktuğu mekanizmaları algılayamayız ve krizin patlamakta olduğunu göremeyiz. Ya da, bir bankacının söylediği gibi,” müzik çalarken dansa devam edilir” mantığı ile davranarak, kâr hırsı ile koşarken, krizin tetikçisi olma rolünü üstlenmekten de kaçınmayız. Çünkü kriz, zayıf sermayeye karşı güçlü sermaye için; emeğe karşı sermaye için; ve, devlete karşı yine sermaye için yaşamsal önemi haizdir. Güçlü sermayenin yaşamını uzatabilmesi için krizler vazgeçilmez koşullardır. Zira, krizlerde güçlü sermaye rakiplerini ezer; emek üzerindeki sömürücü baskısını yoğunlaştırır; devlete istediği kararları dikte etme gücü kazanır.

İkinci toplantı olan İFMC toplantısında tartışılan konuların temelini, genelde dünyamızın ve özellikle de Türkiye’nin “Yeni Dünya Düzeni” ya da “küreselleşme” politikaları ile savrulurken, siyaset, yargı, üniversite vb gibi üst yapı kurumlarında ne tür değişikliklere sahne olduğu oluşturdu. Tartışmaların ortaya koyduğu gerçek şu oldu ki, alt-yapıdaki üretim ilişkilerinin dönüşümü, kendi manevra alanını oluşturabilmek için tüm üst-yapı kurumlarını kaçınılmaz olarak dönüştürmektedir. Dolayısıyla, dünyada olduğu kadar Türkiye’deki siyaset ve yönetimde gördüğümüz dönüşümlerin neyi amaçladığının anlaşılması için alt-yapıdaki dönüşümlerin irdelenmesi kaçınılmazdır.

Toplantılarda varılan ortak görüşleri birkaç noktada toplamak gerekirse, şu konuların altını çizebilirim. Bir kere, ekonomi ile siyaset birbirinden ayrılmakta ve ekonomi teknik bir konu olarak ele alınmakta ve siyasetten uzak tutulmaya çalışlmaktadır. Bu ayrışmanın nedeni ise şöyle açıklanmaktadır. Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni uluslararası sermaye hakimiyetinde ilerlerken çevre halklarını sömürmekte ve yoksullaştırmaktadır. Bu süreçte, uluslararası sermayenin talepleri ile yerel halkın sıkıntıları arasında kalan çevre ekonomiler siyasette zorlanmaktadır. Uluslararsı sermayenin tercih ve taleplerinin tüm yerküreye yaygınlaştırılması için, ekonomiler tektipleştirilirken, ulusal ekonomilerde siyasal işleyiş dışında, “Sermaye Kurulu”, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu” vb gibi kurullar oluşturularak, uluslararası sermayenin tercihleri iç ekonomiye yansıtılmakta ve iç piyasalar halkın tercihleri doğrultusunda değil, uluslarası ekonomilerin direktifleri doğrultusunda şekillendirilmektedir.

Bu sürecin suhuletle işletilebilmesi amacıyla, ulusal siyasetler lider sultasında yürütülmekte, alınan kararların bürokrasi ve yargı sürecine takılmasını engelleyebilmek için de yasama organı lider baskısı altına alınırken, yürütme yasamaya hakim konuma çekilmekte ve yargı engeli aşılmaya çalışlmaktadır. Böylece, yeni yapılanmada yasama, yürütme ve yargı olarak belirlenen “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ihlal edilmekte ve lider yönetimi yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Emek cephesinde de uluslararası sermayenin saldırıları ulusal siyasal erk tarafından çeşitli yasalar ve uygulamalarla desteklenmektedir. Deregülasyon, esnek istihdam, parçalı üretim, vb gibi emeği esnekleştirici uygulamalar devreye sokulmaktadır. Daha da ileri gidilerek, emekçi örgütler eritilirken “istihdam büroları” ya da “işçi kiralama” gibi emeği mutlak olarak metalaştırmaya yönelik önlemler peşpeşe devreye sokulmaktadır.
Tüm bu ve benzeri olumsuz üst-yapı dönüşümlerinin akademik alandaki izdüşümleri de, bir yandan vakıf üniversitelerinin geliştirilmesi diğer yandan da proje destekli finansmana kapı açılarak sermaye yanlı örgütlenme modellerine sürüklenilip, Bolonya sürecine entegre olunarak, üniversitelerin sulandırılması ve etkisizleştirilmesi ile gerçekleştirilmektedir.

1595380cookie-checkİki toplantıdan esintiler

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.