Kültür taşıyıcısı

– Sayın Çukurova, izin verirseniz söyleşimize Oğuz Haksever’in NTV’de  ‘Ve İnsan’ adlı programında yayınladığı fotoğrafınızla başlamak istiyorum. Ne vardı o fotoğrafta; bir dağın eteğinde, kucağındaki tuvale resim yapan bir çoban ve yanında otlattığı koyunlar… Bu fotoğrafın hikayesini sizden dinleyebilir miyiz?
–  O çocuk benim yaşamış olduğum Kaş’ın Çukurbağ köyüne yakın köylerden birindeki çobanlardan bir tanesi, hayvancılıkla geçiniyorlar, iki kardeş bunlar. Kendisi gibi ağabeyi de çoban ve inanılmaz yetenekli çocuklar her ikisi de… O yörenin çocukları olarak beni duymuşlardı, daha doğrusu o yöreye yerleşen bir sanatçı olarak orada birtakım faaliyetlerde bulunduğumu biliyorlardı. Bir gün olağan yürüyüşlerimden birinde evlerinin önünden geçerken tanıdım onları. Daha sonra beni ziyaret etmeye başladılar; ben de  resim yapmayı öğrettim onlara. Resim zamanla tutku haline geldi onlar için. Evleri, benim yaşadığım köyün çok dışında olmasına rağmen, sırf bu resim tutkusu yüzünden sürekli gelmeye başladılar bana. İki kardeş bisikletlerine atlıyor, kilometrelerce yol aşıyor ve bana ulaşıyorlardı. Bu gün bu tutku sonucu bu çocukların bir çok sergileri oldu ve sanat camiasından bir çok insanın haberi var yaptıklarından.


– Adlarını ve yaşlarını da öğrenebilir miyiz bu çocukların?
– Kız olan Dilek 13 yaşında, Erkek olan Tayfun 14 yaşlarında, yani aralarında bir yaş fark var. Ben kışın sürekli yollardayım. Yazın köye döndüğümde onlar da beni ziyarete başlarlar.


–  Sanırım sadece bu çocuklar değil eğittiğiniz, başka çocuklar da var? Hatta bildiğim kadarıyla haftada birkaç saat civar ilk okullardan birinde de  resim derslerine giriyorsunuz. Bu çocuklara neler öretiyorsunuz? Sadece bir takım teknik bilgiler mi verdikleriniz, yoksa kişisel gelişimlerine de katkıda bulunuyor musunuz bu çocukların?
– Bu çocuklar öncelikle birtakım resim tekniklerini öğreniyorlar; çizgi nedir, ışık nedir, gölge nedir; bunlar kağıtta nasıl gösterilir veya yerleştirilir; renk nasıl kullanılır, bunun dışında pigment boya nasıl hazırlanır, nasıl uygulanır, Ebru nasıl yapılır vb. gibi teknikler bilgiler görüyorlar. Bunun yanı sıra bir takım teorik bilgiler görüyorlar; empresyonizm nedir; sürrealizm nedir, kübizm nedir vb.  Bu arada kampımızda çok donanımlı bir kütüphanemiz var; onlara bu kütüphaneden kendilerini geliştirmeleri için bazı kitaplar öneriyorum; tarih, sanat, felsefe konularında kitaplar, onları okuyorlar; birlikte tartışıyoruz, eleştiriler yapıyoruz. Bu arada okullar açık olduğu dönemde, kendi normal eğitimlerini de sürdürüyorlar bu çocuklar. Bunun dışında ben, civar köylerden bir ilk okulda resim derslerine giriyorum. Oradan da çok başarılı öğrencilerim var. Bu yıla kadar bu dersleri sürekli veriyordum ama bu yıl bazı araştırmalar için seyahatler yapmak durumunda kaldım, bu yüzden ara verdim. Fakat fırsat buldukça devam etmeyi düşünüyorum.


– Daha önce gerçek anlamda sanatla ya da sanatçıyla hiç yüz yüze gelmeyen bu çocukların sanata yatkınlıkları konusunda ne düşünüyorsunuz? Gerçekten önemli yetenekler var mı aralarında?
 – Bahsettiğim o iki kardeş, onlar en yeteneklileri; aynı zamanda da en isteklileri. Ben genel olarak çocukların zaten yetişkinlerden daha yaratıcı ve yetenekli olduğunu düşünürüm. Neden çocuklar bizden yeteneklidir; çünkü sanat insanın eliyle beyninin koptuğu noktada vardır. Yani bir uzlaşma anında, bir bütünleşme anında bu konsantrasyon oluşabilir ancak. Böyle bir kopma noktası olmadan sanatçı sanat yapamaz. Örneğin bir ressamın  tam konsantre olduğu anda, yani  eliyle beyni birlikte hareket etmeye başladığı anda yaratıcılığı ortaya çıkar. Sanat işte böyle bir kopma noktasıdır ve bu kopma noktası çocuklarda her zaman vardır. Yetişkinlerde ise hep bir disiplin vardır; mesela bu renkle bu renk yan yana olmaz gibi, bu renkle bu ritim gitmez gibi,  bu şeyle bu şey bir arada olmaz gibi, yetişkinler her şeyi sorgularlar ve belli bir disiplin altına almaya çalışırlar.Ama çocuklarda o disiplin yoktur, onun için çocuklar her zaman yetişkinlere göre daha yaratıcıdırlar.


– Önceden öğrenmiş olduğumuz bir çok şeyin bizde oluşturmuş olduğu önyargılar yüzünden yaratıcılığımızın engellendiğini söylüyorsunuz sanırım. Yani edindiğimiz bilgilerin artması oranında kontrol ve denetim mekanizmalarımızın da arttığını ve dolaysıyla o kopuşun çocuklara kıyasla biz yetişkinlerde daha zor gerçekleştiğini. Sizin de dediğiniz gibi her şey hakkında önceden bir bilgimiz vardır zaten; neyin neyle uyduğu konusunda, neyin neyin yanında güzel durduğu konusunda, hangi rengin hangi renkle, neyin neyle birlikte kullanılacağı konusunda hep bir ön beğenimiz vardır. Oysa yaratıcılık, olmayanı tasarlamak, yeni bir şey inşa etmektir öyle değil mi?
– Çok doğru…Bunu bir sanatçı olarak belirli bir düzeye geldikten sonra kavrayabiliyorsunuz ancak. Sanatçı başlangıçta doğal olarak bazı olmazsa olmaz bilgilerle donatılmış oluyor ve o bir şeyleri  bildiğini sanmak, yani sanatın o olmazsa olmaz koşullarını bildiğini sanmak sanatçıyı ister istemez belli bir disipline sokuyor. Ama ne zaman ki el ve beyin birlikte kopup hareket etmeye başlıyor, sanatçı bu olmazsa olmaz olarak koşullandığı bilgilerden kopuyor ve kendi yaratıcılığını kullanmaya başlıyor; işte o noktada sanat başlıyor. Ne zaman ki iş sanatçının bilincinden çıkıyor ve kendi başına akıp gitmeye başlıyor, sanatçı sanatını o noktada yapıyor. Sanatçı için o kopma noktasıdır sanat ve tüm yaratıcılık o anda ortaya çıkmaktadır.


– Çoğu sanatçı bunun farkında değildir öyle değil mi? Zaten sanatı bu şekilde algılayamayanlar gerçek sanatçı da olamıyorlar diyebilir miyiz?
– Evet çok doğru. Çoğu sanatçı bunu sorgulamaz. Bunu sorguladığı zaman, zaten, çok iyi resim çizmenin bir yaratıcılık olmadığını rahatlıkla algılayabilecektir. Bu arada ben okulda çocuklara ders verirken, fotoğrafla resmin ve sanatın farklı şeyler olduğunu söylerim hep; Fotoğraf çekmekle resim yapmanın yaratıcılık açısından farklı şeyler olduğunu anlatırım onlara… Elbette ki başlangıçta bu çocuklar resimden çok uzaktılar. Çünkü resmi fotoğraf  gibi yapma kaygıları vardı. Normal eğitim onlara bunu vermişti: En iyi benzetmek tek kaygılarıydı. Ne kadar iyi benzetirlerse o kadar iyi olurlardı. Ama sanat bu değildir kesinlikle. Ben ne zaman ki çocuklardaki bu anlayışı kırmayı başardım; yani fotoğrafla yaratıcılığın başka  bir şey olduğunu, fotoğrafla resim yapmanın farklı bir şey olduğunu, yaratıcılığın başka bir şey, başka bir dünya olduğunu, malzeme ile, boya ile iletişim kurmak olduğunu, o zaman bir patlama oldu çocuklarda… Onlara hiçbir zaman obje sunmadım, şunu al şunu çiz demedim. Sadece malzemeyle oynattım onları ve artistik yaratılarını ortaya çıkarmaya çalıştım. İş öyle bir noktaya geldi ki sonunda, bir sene içinde yapılanlar inanılmaz bir boyuta ulaştı ve  müthiş bir sergi açtık onlarla. Kaymakam geldi, Milli Eğitim Müdürü geldi. Dışardan merak edip görmeye gelenler oldu, sanatçı dostlarım geldi. Bunlar bu çocuklarla iletişim kurdular, resimlerini anlattırdılar, onları satın alanlar oldu. İlk kez  kendi ürettikleri bir şey karşılığında para kazanıyorlardı bu çocuklar; daha önemlisi bu paranın yarısını malzeme, boya, tuval vb. resim yapmak için gerekli şeyler almak üzere oluşturduğumuz ortak kasaya koyuyorlar ve böylece emeklerinin sonucunu, yine çok sevdikleri bir şeyi birlikte sürdürebilmek adına arkadaşları ile paylaşıyorlardı. Neticede hem birlikte üretmeyi hem de sonuçlarını birlikte paylaşmayı öğreniyorlardı.


– Yaratıcılıklarını geliştirmeleri yanı sıra, yaptıkları şeylerin sergilenmesi, ilgi görmesi, satın alınması çok şey ifade ediyordur bu çocuklara gerçekten. Düşünün hem zevkli bir şeylerle uğraşıyorsunuz, sevdiğiniz bir şeyi yapıyorsunuz, bilginiz, beceriniz artıyor, yaratıcılığınız gelişiyor hem de eserleriniz sergileniyor, ilgi görüyor, satın alınıyor? Ve tüm bunları dağ başında bir köyde gerçekleştiriyorsunuz. Sizin için sanırım modern Robinson Cruzo diyenler de var. Peki gerçekten başlangıçta böyle bir amacınız var mıydı yoksa süreç mi sizi bu noktaya getirdi?
– Evet, benim hakkımda bu tür tanımlamalarda bulunanlar, bu tür misyonlar yükleyenler oldu. Ama ben hiçbir misyon için girişmedim bu işe ve şu anda da hiç bir misyonun yok. Evet elimdeki donanımı, görgümü, bilgimi, deneyimimi, sosyal sorumluluk gereği ve içgüdüsel olarak bu çocuklarla paylaşıyorum ve kapım herkese açık; sofram herkese açık. Kampımızda 15 kişi yaşıyorsak, mutlaka 20 kişilik yemek yapılır, yoldan gelenler, yolu köyümüze düşenler, kampımızda ağırlanır, sohbetler edilir, ürettiklerimiz paylaşılır. Bu benim yaşam biçimim artık; nasıl algılanırsa algılansın, hiçbir misyon için yapmıyorum bu işi.


Önce birtakım arayışlarınız oluyor, araştırmalar yapıyorsunuz, insanı, insanın serüvenini kavramaya çalışıyorsunuz. Sonra bir kişiliğiniz, kimliğiniz oluşuyor. Bu şekillenen kimlik doğrultusunda dağ  başındaki bu çocuklarla yaptıklarınız ortaya çıkıyor, projeler ortaya çıkıyor. Hiç kimsenin yapmadığı şeyler ortaya çıkıyor, resimler ortaya çıkıyor. Fotoğraflar ortaya çıkıyor, yazılar ortaya çıkıyor ve bunlar Türkiye’nin en onursal yerlerinde sergileniyorlar. Şimdi Avrupa’ya açılma projemiz var. Sonuçta siz bir hedef için yola çıkmış olmasanız da, emeğiniz, çabanız sizi bir noktaya getiriyor.


– Özellikle imkanları kısıtlı olan bu çocukları seçmenizin bir sebebi var mı? Bu çocukları gerçekleştirirken bir anlamda kendinizi de gerçekleştiriyorsunuz diyebilir miyiz buna? Yani bir anlamda bu sizin de kendinizi gerçekleştirme serüveniniz oluyor diyebilir miyiz?
– Bir anlamda öyle tabii. Benim de herkes gibi normal, bana göre sıradan ama bir sanatçı kimliğiyle gerçekleşen bir yaşamım var. Bu sanatçı kimliği şüphesiz bir tek resim üretmek değil. Yaşamın kendisi zaten bir sanat. Ne için yapıyorsunuz sanatı?  Yaratıcılık için, olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak için; peki bu olmayan bir şeyler ortaya çıktıktan sonra ne yapıyorsunuz; bunu çevrenizdeki insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Paylaşılmayan sanat yaratılmamış olandır diyorum ben. Bunu paylaşmak gerekiyor; Bir; sergi yoluyla, iki; izlence yoluyla, üç; dinleti yoluyla; hangi yolla olursa olsun tüm bunların altında yatan gerçek neden paylaşımdır. Tabii popüler kültürü saymıyorum. Esas ana neden bu. Bu bağlamda baktığınızda ben bunları iç güdüsel olarak yapıyorum. Bu arada çocuklar çünkü, nasıl çocukların yaratıcılığının daha fazla olduğuna inanıyorsam, çocukların eğitilebilmesinin de daha kolay olduğuna inanıyorum. Kronik olmuş beyinlerle ve kronik olmuş bir yapıyla mücadele etmek yerine, kurtarılabilir, hala  iyileştirilmesi mümkün olanla uğraşmayı tercih ediyorum. Bu bir sanat stratejisidir ve sevgili Atilla Ergür’ün bana öğretmiş olduğu bir stratejidir. Cephede savaşta olsanız, ve elinizde iki yaralı olsa, bunlardan biri kronik, iyileştirilmesi mümkün olmayan bir hasta olsa, diğeri ise iyileşmesi mümkün, umut vadeden bir hasta olsa, siz hangisiyle uğraşır, iyileştirirsiniz? Kronik, ölmekte olanı mı, yoksa iyileşmesi mümkün olanı mı? Tabii iyileşmesi mümkün olanı. İşte bu strateji ile hareket ediyorum ben de ve kronik yapılarla, kronik beyinlerle mücadele etmek yerine hala  iyileştirilebilir olanlarla uğraşıyorum. İşte çocuk benim için öyledir; çocuk daha tazedir, oluşmamıştır, ön yargıları azdır; verdiğinizi almaya açıktır; gelişmeye, iyileşmeye açıktır. İşte çocukların bu özelliklerinden dolayı onlarla uğraşmayı seçtim ben.Bunu neden imkanı olmayan çocuklarla yaptığıma gelince, işte bu noktada bu çocuklarla ben de kendimi gerçekleştiriyorum gerçekten. Kendini gerçekleştirme olanakları olmayan, dağ başında yaşayan, çobanlık yapan, ya da birçok şeyden mahrum olan bu çocukları tercih etmem biraz da kendi çocukluğum ve imkansızlıklarımla ilgilidir. Küçükken akşam kitap okurken annem odama gelir, gözüm bozulacak diye lambayı söndürür giderdi. O gittikten sonra ben tekrar ışığı açar okumama devam ederdim. Ya da resim yapardım. Daha o zamanlarda bile resimlerim çok beğenilirdi; kahvelerde, o siyah beyaz yaptığım resimler alınır ve asılırdı.


– Söylediklerinizden ortaya çıkıyor ki ailenizden ve çevrenizden bu konuda pek destek görmemişsiniz, resim konusunda yönlendirebilecek bilinçli kimse olmamış çevrenizde. Aydın Çukurova tamamen kendi çabalarıyla kendini gerçekleştirdi diyebilir miyiz?
– Destek veya yönlendirme konusunda söyledikleriniz çok doğru. Ancak yetenek konusuna gelince, en yakın çevremde, ağabeyim ve kız kardeşim bu konuda çok yetenekliler. Kız kardeşim benden önce güzel sanatlar fakültesini bitirdi. Ben ondan büyük olmakla beraber, güzel sanatlara geç girdim ve geç bitirdim. Yani 25 yaşında öğrenci oldum, 18 yaş nerde, 25 yaş nerde… Aslında benim resim dışında da yeteneklerim vardı. O dönem  Adana’da en iyi futbol  oynayan gençler arasındaydım. Birincilikle kazanmıştım Adana spor seçmelerini.O dönem fenerbahçe yıldız takımıyla yaptığımız maçta binlerce kişinin karşısında oynamıştım takım kaptanı olarak. Bu maçta birlikte oynadığımız isimlerden, fenerbahçe, beşiktaş gibi büyük klüplerin formalarını giyenler, ünlü olanlar çok oldu. Ama annem hep karşı çıktı oynamama. Aman oğlum bir yerini kırarsın, sakat kalırsın diye…


– Peki aileniz ne olmanızı istiyordu?
– Klasik o dönemde meşhur olan meslekleri tabii, doktor, mühendis vs. Ama ne oldu, sonuçta belki futbolcu olamadım, onu olamadım, bunu olamadım; 25’imde üniversiteye gittim, 30’umdan sonra sanatımı icra etmeye başladım fakat sonunda yine istediğim oldu, yani bugün bu dağ başındayım buradayım  ve bu çocuklarla resim yapıyorum; ne kadar dışlanırsa dışlansın, ne kadar bastırılırsa bastırılsın, tüm bu baskılar ve kısıtlamalara rağmen ben kendimi gerçekleştirdim. Fakat bu çocukların aynı zorlukları çekmesi gerekmiyor. Bu açıdan imkanları olmayan, yeteneklerini geliştirmeleri için fırsat tanınmayan çocukların durumu benim için özeldir.O çoban çocuklara, o kadar olumsuzluk içerisindeki köy çocuklarına bir kapı aralayabiliyorsam, bütün çabam bunun için. Bu arada gerçekten bir şeyler başardığımızı ailelerin tepkilerinden de anlayabiliyorum. Daha önce kuşkuyla yaklaşan aileler bile  bugün kendileri ellerinden tutup getiriyorlar çocuklarını. Tabii bu çocuklardan aldığım enerji bambaşka bir şey. Başarmanın, üretmenin olumlu enerjisini alıyorum onlardan…


– Tüm bu sözleriniz Aydın Çukurova’nın sanatçı kimliğine, yaratıcılığa, üretime yönelik bakışı açısına dair çok önemli ip uçları veriyor. Bir de sanatçının kendini geliştirme, oluşturma konusundaki sorumluluğu var. Yetkin bir bilince ulaşmayan birinin sanatçı olabilmesi mümkün müdür sizce? Ya da cahil bir insanın sadece yeteneği ile sanatçı olabilmesi?
– Bu çok haklı bir soru. Sadece resim yapabilmek sanatçı olmak için yeterli değildir. Biraz önce çocukların resim yaparken yaratıcılıklarını ortaya koymalarını sağlıyorum demiştim. Evet yaratıcılık vardır ama bunu şekillendirmek gerekir. Yani yeteneğin yanı sıra onların kişisel gelişimlerini sağlayacak bilgi donanımının verilmesi gerekir.Bu anlamda ben, daha önce biraz değinmiştim, sadece resim bilgisi ve teknik öğretmiyorum bu çocuklara; bunun yanı sıra kendilerini geliştirebilecekleri kitaplar öneriyorum; dünya hakkında, insanlık tarihi hakkında, bilim ve felsefe konusunda bir çok kitap okuyorlar; görüş ve donanımları gelişiyor. Bu arada gelişim sadece sanatçı için gerekli olan bir şey değildir, bütün insanlar için geçerlidir bu. Her insan yaşamış olduğu, görmüş olduğu kadarıyla insandır, bilgisi düzeyinde, donanımı düzeyinde insandır. Siz  kendinizi ne kadar çoğaltırsanız, ne kadar okursanız, ne kadar görürseniz, ne kadar izlerseniz, ne kadar gezerseniz, ne kadar iletişim kurarsanız o kadar çoğalırsınız; ve o kadar da çoğaltabilirsiniz. Mesela on kelimelik bir kelime hazinesiyle konuşmak farklıdır, bin on kelimelik bilgiyle konuşmak farklıdır. Kelime hazineniz, kavram dünyanız ne kadar zenginse o kadar çoğalır, o kadar yaratır ve o kadar çoğaltabilirsiniz. Biz bu çocuklarla bunu başardığımız anda diğer çocuklarla aralarında dağlar kadar fark oluştu; uçurumlar oluştu…


– Bu uçurumun sebebinin, sizin sunduğunuz olanaklardan yoksun olmaları yanı sıra hayatlarındaki diğer olumsuzluklardan da kaynaklandığını söylemek mümkün müdür?
– Tabii ki. Çoğu kendisi gelmek istese de ailesini ikna edemiyor. Ya da o ailenin başka bir şekilde, başka işlerde o çocuğa ihtiyacı oluyor. Bu arada dini baskılar da var tabii. Ailesi böyle bir uğraş yerine kuran kursuna göndermeyi yeğleyebiliyor çocuğunu. Onlar ailelerinin cahilliği ya da çevrenin baskısı ile birtakım olumsuz koşullarda mücadele ederlerken, bize gelen çocuklar büyük olanaklar içinde yetişiyorlar. Benim dışımda bir sürü insanla daha karşılaşıyorlar. Marles’le tanıştılar mesela, Petra ile tanıştılar; onlarla birlikte atölye çalışmaları yaptılar,  kendi yetenekleri ve yaratıcılıkları ile bizim sunduğumuz olanakları ve  malzemeyi birleştirdiler ve bir patlama gerçekleştirdiler.


– Doğuştan olan yetenekleri ile  sizin öğrettikleriniz ve sunduğunuz olanaklar  birleşince yaratıcı süreç hızla işlemeye başladı diyebilir miyiz  buna?
–  Tabii diyebiliriz. Benim verdiğim felsefeyle birlikte kendi yaratıcılıkları bu noktaya getirdi onları. Yaratıcı süreç nedir, var olan şeylerden yola çıkarak, yani okuduğumuz, gördüğümüz, belleğimizde olan şeylerden yola çıkarak  yeni bir şeyler üretmektir. Ama şu ayrımı koymak gerekir burada; akla gelen her şey sanat değildir; her ortaya çıkarılan sanat değildir.  Bağışlayın, kaka da yapıyoruz o da ortaya çıkıyor, şimdi buna sanat diyebilir miyiz? Bu konuda toplumumuzda ve dünyada inanılmaz bir kirlilik var; işitsel kirlilik var, görsel kirlilik var; sessel kirlilik var, edebiyatta var, sanatta var, felsefede var, bilimde var; bunların ayıklanması gerekiyor. Herkes kendinin sanat yaptığını zannediyor, herkes şairim diyor, yazarım diyor. Şunu söylemeye çalışıyorum; kaç tane Picasso var dünyada, bir tane; ama dünyaya baktığımız anda bir yığın Picasso izleğinde giden, kendine sanatçıyım diyen bir sürü popüler insan var. Picasso ise dünyada bir tane, Dali dünyada bir tane. Bu arada bunları taklit ederek sanat yaptığını sanan milyonlarca insan var dünyada.


– O zaman gerçek bir sanatçı Dali yeteneğine sahipse  bile hiçbir zaman Dali olmayacaktır öyle değil mi? Çünkü ürettiği şey, yarattığı şey ilk kez yapılan bir şey olacağı için, kendi adını verecektir o yapıta. Bulduğu şey onun adıyla anılacaktır; ikinci bir Picasso ya da Dali olarak değil… Zaten Dali yeteneğinde birinin artık Dali’yi taklit etmesine gerek var mıdır ki? Onun kendi tarzını yaratması gerekmez mi?
– Evet, evet, sanat ancak bu şekilde gelişir. Mesela bizdeki örneklere bakalım, şiirde, Şinasi’den günümüze gelen süreçte bir Nazım çıkmış, şiir yazınına yepyeni bir soluk getirmiş. Cemal Süreyya çıkmış bir imgeyi kazandırmış Türk şiirine.  Sanatçı başka bir şeydir yani, sanatçı yenilik yaratan biridir. Benim çevremde saygıyla sofrasına oturduğum, sohbet ettiğim bir sürü aydın insan var, gerçekten de bilgili insanlar bunlar, ama aralarında gerçek sanatçı yok denecek kadar az. Bir çoğunda sanatçı ruhu bile yok. Bugün artık bir şairin sanatçı olabilmesi için Nazım’ı aşması gerekir, bir ressamın Picasso’dan farklı bir şey yapması gerekir. Sanatçılık kesinlikle taklitçilikle, birilerinin izinden gitmekle olabilecek bir şey değildir. Böyle taklitlerle sanatçı olmaya çalışan binlerce, milyonlarca insan var dünyada, bunların içinde çok popüler olanlar da var, ama bana göre kirlilikten başka bir şey değil bunlar…


– Bu durumda insanların yüzlerce veya binlerce eserin içinde, onca kirliliğin içinde gerçek sanat eserlerine ulaşması bir hayli zor gibi görünüyor. Hele de bu konuda bilinçli bir izleyici değillerse, bu sefer de popüler kültürü yeniden ve yeniden üretir hale gelmiyorlar mı?
– Tabii ki… Bütün bu kirlilik birbirini besliyor. Basında böyle, edebiyatta böyle, resimde böyle, sonuçta kirlilik sanatın her alanında var. Bu kirliliği ayıklayan bilinçli  bir kitle olmadığı sürece de korkarım ki böyle devam edecek. Bu az gelişmiş ülkelerde daha da kötü durumda. Özellikle sanatla ilişkisi yeni yeni gelişen, sanat geçmişi henüz çok yeni olan ülkelerde çok daha fazla bu kirlilik.


– Bu tür ülkelerde toplumun bilinç düzey gelişmiş olmadığı için sanatçıyı denetleyen mekanizmalar da gelişmiş olmuyor çünkü. Yani bu kirliliği ayıklayabilecek toplumsal bilinç gelişmiş ülkelere göre bu ülkelerde daha gerilerde. Bir de şöyle bir handikap var tabii ki; sanatçı, yaratan, yenilik getiren yönü ile toplumun önünde giden, topluma yeni bir öngörü  ve bakış açısı kazandıran olmalıdır; ama toplumdan bu konuda bir talep olursa yapabilmektedir sanatçı. Eğer toplumun talepleri sanatçıya bu koşulları tanımıyorsa, yani toplum sizin kirlilik dediğiniz o üretimi talep ediyorsa, popüler kültürü talep ediyorsa ve bunun dışındaki gerçek üretimlere, yaratılara sahip çıkmak istemiyorsa, onları izlemeye, dinlemeye gitmiyorsa, sanat eserlerini almıyorsa, ne oluyor o zaman, bir  bakıyorsunuz ki gerçek sanatçılar bile var olmak için popüler kültüre hitap eden şeyler üretmeye başlıyorlar; en azından asıl yapmak istedikleri şeyleri bu şekilde finanse etmek zorunda kalıyorlar.
– Şimdi bakın, biraz önce bir şey söyledim ben,  üç beş tane örnek verdim; Picasso örneğini verdim, Dali öreneğini verdim, Nazım’ı örnek verdim; Cemal Süreyya’yı,  örnek verdim; resim ve şiir olarak hem dışardan hem bizden örnek verdim. Ama bunun yanı sıra bunların binlerce taklitlerinin olduğunu söyledim. Peki nasıl ayıklanacak bu, işte bunu tarih yapacak; tarih ayıklayacak bu kirliliği; gerçek sanatçılar ve eserleri yaşayacak gerisi unutulacak tarihin çöplüğünde. Bugün Picasso’nun, Dali’nin, Nazım’ın, Cemal Süreyya’nın anıldığı, diğerlerinin unutulduğu gibi.


– Bugün Picasso’ların, Dali’lerin ya da Nazımlar’ın önündeki engeli düşünürsek, yani gerçek sanatın ve sanatçının önündeki engelleri, popüler kültür ve yarattığı kirlilik olarak ortaya koyduk bunu. Peki bu popüler kültürü de yaratan birileri var öyle değil mi, onun üzerinden beslenen, güçlenen… Hatta bunu sistem olarak düşünürsek, bu kültürü yeniden ve yeniden üreten bir sürecin işlediğini görüyoruz. Hedef olarak insanı görmeyen, yaratıyı görmeyen,  metayı yücelten, parayı yücelten kapitalist sistem gibi sistemler ne yapıyor, ya da  neyle besleniyorlar: İnsanının yaratıcılığı ya da sorgulayıcılığından değil, aksine cahillik ve kabullenişlerinden besleniyorlar. Onları sorgulama yeteneğinden güdük bırakacak bir eğitim yapısı ve fırsat eşitliği olmadığı için bir yerlerde Picasso ya da Dali yeteneğinde olup çoban olarak ölen çocukların dünyasından besleniyorlar. Oysa, dünyanın her yerinde her çocuk içindeki yeteneği ortaya çıkarabilme fırsatına sahip olsaydı, insanlar sorgulama ve kuşku duyma yeteneğine sahip olacak şekilde yetişseydiler, kapitalist sistem gibi ufak bir azınlığa her fırsatın sunulmasına karşın tüm insanlığın güdük bırakıldığı sistemlerin yaşaması mümkün olabilir miydi? Olamazdı, o yüzden bu insanlar, yaratıcılar, gerçek sanatçılar bu kadar zor yetişebiliyor dünyamızda. Olay sistem sorunu olunca iş neye kalıyor peki, bireysel çabalara, tek tek fedakarlıklara; sizin gibilerin dağdaki o köylü çocuklara, o çoban çocuklara kendilerini gerçekleştirme konusunda fırsat yaratmanıza…
– Tabii ki ve daha önce de söyledim, ben bunu sanatçı kimliğimle içgüdüsel olarak ve yapmam gerektiği için  yapıyorum. Sanatçı olarak işlevlerimden biri de bu diye düşünüyorum. O çocukların içindeki yeteneği ortaya çıkarmak için onlara bir şans tanımak, onlar için fırsatlar yaratmak. Sanatçı demek sadece resim çizmek değildir. Resim yapmak değildir, şiir yazmak değildir. Ben toplumsal bir varlık olarak çevremden, çevremdeki gelişmelerden sorumluyum. Her insanın kendi dağarcığı oranında yaşadığı topluma ve insanlığa el uzatması gerekiyorsa, benim dağarcığım da budur ve bu şekilde bu sorumluluğumu yerine getiriyorum. Evet ben bunu yaparken zamanımdan veriyorum, bilgimden, donanımımdan veriyorum, malzememden veriyorum, ama bu şekilde bir yandan da kendimi gerçekleştiriyorum; kendime yardımcı oluyorum; kendi geçmişime, geleceğime yardımcı oluyorum. Bu çocuklar bizim yarınımız, geleceğimiz, onları gerçekleştirmek demek yarınımızı, geleceğimizi gerçekleştirmek demek. Ben bu bilinçle hareket ediyorum. Bunun için onlara, bu dağ başındaki çocuklara maddi manevi bütün imkanlarımı veriyorum. Bütün bilgimi, donanımımı onlarla paylaşıyorum. Onların içindeki yaratıcı süreci harekete geçirmeye çalışıyorum.


– Şimdiye kadar konuşmalarımızda hep gerçek sanatçının  yenilik getiren, yaptığı şeye yenilik katan kişi olduğunu vurguladınız. Bu anlamda Aydın Çukurova sanatçı kimliğiyle nasıl bir yeniliğe adını verdi; kendisiyle aynı alanda üreten insanlardan farklı olarak ne üretti;  hangi özelliği ile sanatçı kimliğinin gereğini yerine getirdi? – Aydın Çukurova sanat adına sadece Türkiye’de değil dünyada yeni olan bir şeyi, bir tekniği  getirdi. Bu konuda mütevazı olmayacağım, gerçekten de sanat adına tüm birikimimi kullanıp yeni bir şey ortaya koydum. Bu buluşuma transparan tekniği diyorum ben. Bu buluşla bir şeyleri sorguluyorsunuz, malzemeyi, dokuyu,  yaşamın kendisinden bütün kültürlere varasıya kadar her şeyi sorguluyorsunuz. Örneğin insanlığın birikimi olarak arkeolojiyi kullanıyorum bu teknikte ki, arkeoloji resimde kullanımı en riskli malzemelerden biridir; ben bu malzemeyi kullanıyorum ve kültürleri yorumluyorum. Bir de resim ve fotoğraf gibi, birlikte kullanımı oldukça zor iki farklı anlatım tarzını bir araya getirerek kullanıyorum. Bu bir anlamda şu demektir; elmayla karpuzun ikisinin de meyve olduğunu bilerek ama farklı tatları olduğunu da unutmayarak, tek bir eserde her ikisinin de tadının ayrı ayrı vermek demektir; yani bir fotoğrafın resim tadını verecek şekilde, bir resmin de fotoğraf tadını verecek şekilde yansıtılmasıdır. Benim klasik fotoğraf anlayışım yoktur.  Benim için doku önemlidir, detay önemlidir. Resimlerde fotoğrafı kolaj malzemesi olarak kullandığım için, belki de yanlış kullanıldığında birliktelikler çok tehlikeli olabilecek unsurların bir araya getirilmesi ile ben yepyeni bir şey ortaya çıkarıyorum,  yepyeni bir buluş, yepyeni bir proje çıkarıyorum ortaya.


– Sanat adına, kültür adına bu yorumu daha iyi yapabilmek için, sizin sık sık değişik medeniyetlere, değişik ülkelere seyahatleriniz olduğunu biliyoruz.. Bu konuda özellikle Hindistan gibi Malezya gibi, Himaliyalar gibi  Asya ülkelerini ve Doğu kültürünü tercih etmenizin özel bir nedeni var mı? Neden Asya ve Doğu kültürü?
– Özellikle bu ülkeleri seçtim çünkü bu ülkeler renk olarak çok zengin ülkeler. Bu anlamda Doğu kültürü de çok zengin bir kültür. Oysa Batıya baktığınızda hakim renk gridir. Batı toplumunun, teknolojik olarak gelişmiş ülkelerin griliğine karşı Hindistan gibi, Malezya, Himalayalar gibi geleneksel dokularını hala koruyan, etnik unsurlar açısından çeşitlilik arz eden bu ülkelerde müthiş bir renklilik ve zenginlik vardır. İşte beni cezbeden de bu olmuştur.Bu arada bu renklilik ve  zenginlik bizim kültürümüzde de var. Mesela bir Karadeniz kadınının renkliliği, kıyafetindeki zenginlik, canlılık, Doğunun ya da Güneyin kadınındaki renklilik ve canlılık. Bu anlamda ülkemiz gerçekten de çok zengin bir kültürel dokuya sahiptir. Kısacası teknoloji ile iç içe yaşayan  toplumlar daha gri iken, daha renksizken, doğayla iç içe yaşayan, doğal koşullardan kopuk olarak yaşamayan insanlar daha renkli, daha canlıdır. bir sanatçı gözüyle ya da bir sosyolog gözüylebaktığımda kültürlerin ve dinlerin birlikteliğinden büyük bir zenginlik doğuyor, onu gözlemledim. Dinleri, örfleri, adetleri, ritüelleri inanılmaz zengin toplumlar bunlar. Bir mahalleden diğer mahalleye geçiyorsunuz renkler değişiyor, diller, dinler değişiyor, giyim kuşam, takılar değişiyor, böylesine bir zenginlik  ve ben  bu zenginliğin peşinden gittim; rengin peşinden gittim, coşkunun peşinden gittim, oradaki bu farklı dilleri, dinleri, kültürleri gözlemlemek için gittim. Onların yaşam biçimlerini görmek istedim. Onlarla iletişim kurmak yakınlaşmak istedim. Bu bir anlamda  kendi kendime, kendi kendimi tanımak adına da yaptığım bir yolculuktu.Yani göremediğim, bilemediğim kültürleri tanıyarak kendimi daha iyi anlamak için,  iç görümü daha zenginleştirip geliştirmek için yaptığım bir yolculuktu  ve oralardan inanılmaz edinimlerle geldim; inanılmaz dostluklarla, inanılmaz  çoğalmalarla geldim.


– Ve bu doğal olarak sanatınıza ve yaptığınız  işlere de yansıdı öyle değil mi? Çünkü artık eskisinden çok daha zengin bir malzemeyle çalışıyordunuz…
 – Tabii… Dediğiniz gibi tüm bu gezilerim yaptığım işlere de yansıdı. Bu arada dört beş yıl da Anadolu kültürüyle yoğunlaştım, okudum, yazdım, çizdim, fotoğrafladım, dökümanlarımı arşivledim ve bir sergi olarak hepsini bir araya getirdim.  Bu sergi sonucunda şunu fark ettim ki, eserlerimde, yenilerle eskiler arasında dağlar kadar fark oluşmuş. Dünden bugüne yaptığım seyahatlerin sonucu olarak. Bayağı bir yol kat etmişim ve çok daha renkli, çok daha zengin eserler çıkarmışım ortaya. Son dönem yaptığım çalışmalarla o gün yaptığım çalışmalar arasında gerçekten büyük bir uçurum var, o derece bu seyahatlerimin ve araştırmalarımın faydasını gördüğümü söyleyebilirim. Ayrıca bu seyahatlerim sonucu şunu da fark ettim ki, Doğu toplumuna ne kadar kendine özgü renk, doku, gelenek, görenek hakimse, Batı toplumuna da o kadar homojenlik, renksizlik hakim. Gerçekten de Doğunun her hangi bir yöresindeki renklilikten sonra, hemen Avrupa’da bir yere gittiğinizde o renksizliği, o griliği çok bariz fark ediyorsunuz. Neden gri, çünkü teknoloji ilerledikçe insan doğadan kopuyor ve doğadan kopuk insanın yaşamı grileşiyor. Onun için  her zaman için öz kültürü olan mekanları tercih ediyorum. Yapay olmayan doğal yerleri seçiyorum. Nasıl bakarsanız bakın, gitmiş olduğum ülkeler, oturmuş olduğum, yemek yemiş olduğum mekanlar, çay ve kahve içtiğim, sohbet ettiğim insanlar, okuduğum kitaplar, bilgilendiğim her şey ve sanatım bir bütündür ve tüm bunlarla ben de bir bütünüm.


– Asya deyince akla bir de Budizm geliyor. Sizin Yoga yaptığınızı ve Doğu’nun bu tür ritüellerine  yatkın olduğunuzu biliyoruz. Budizm konusunda neler gözlemlediniz oralarda, düşündüğünüz gibi buldunuz mu Budizm’in pratiğini…
– Öncelikle şunu söyleyeyim, Budist değilim. Bu arada dinlere  baktığımız zaman, bütün dinlerde ortak olan şeyin insan olduğunu görüyoruz. Bütün dinlerin insanlar için, insana hitap etmek için ortaya çıktığını görüyoruz. Ama bununla birlikte her dinin toplumdan topluma farklı uygulamalarının olduğuna da biliyoruz. Özellikle günümüzde dinin önemli ölçüde siyasallaştığını ve asıl işlevinden farklı amaçlarla kullanıldığını görüyoruz. Tehlikeli bir  biçimde Budizm’de de bu yozlaşmayı gözlemledim bu seyahatlerim boyunca. Yani Budizm’in de birtakım çıkar çevrelerince siyasallaştırıldığını ve kullanıldığını gördüm. Nasıl bizde kuran kursları var, bir takım tarikatlar var, hacılar, hocalar var orada da bu şekilde Budizm’i asıl amacından saptıran uygulamalar, pratikler var. Din olayı ciddi bir afyondur. Siz bunu siyasi boyuta taşırsanız ki – Sri Lanka’da  bu siyasal boyut  kronik olarak devletin yapısı içerisine sinmiştir-  o dini gerçek boyutundan saptırırsınız. Ben Uzak Doğu ve Asya’yı gezinceye kadar Budizm’in daha bir insana yönelik, insanın kendi yaratıcılığına yönelik, insanın kendisiyle barışık olduğu paylaşımcı bir yaşam biçimini temsil ettiğini düşünüyordum ve bu tür uygulamalarla karşılaşacağımı sanmıyordum. Ama öyle olmadı. Bununla birlikte ben yine de Budizm’in başta bahsettiğim şekilde olması gerektiğini düşünüyorum, pratikte ne kadar saptırılırsa saptırılsın, gittiğim yerlerdeki uygulamaları ne kadar farklı olursa olsun. Budist yaşam felsefesinin de diğer inanç sistemleri gibi iktidar tarafından siyasallaştırılması, çarpıtılması doğaldır. Ama her şeye rağmen şu var ki, Budizm doğaya dönük, insana dönük  bir yaşam biçimidir ve felsefesinde iyi hallerde yaşayarak maksimum düzeyde paylaşmak vardır. Teknolojiden olabildiğince uzak, sanayiden olabildiğince uzak, doğal bir yaşam sürdürmektir. İnsanın kendi özüne dönmesidir. Himaliya’larda yaşayan Budilerde bunu gördüm ben. Tamamen doğal bir yaşam. İşte bu doğallık belli bir doygunluğa geldiğinizde sizi daha fazla çekiyor. Dünyadaki maddi varlıklarla, statülerle, malla, mülkle pek ilginiz kalmıyor. Bu değerler sizin için önemini yitiriyor. Bu şeylerin işte bu üçüncü dünya ülkelerinde, bu toplumlarda ya olmadığını ya da çok asgari düzeyde olduğunu görüyorsunuz ve bu cazip geliyor size.


– Sizin bir de motosikletle tüm Türkiye sınırlarını dolaşarak oluşturduğunuz  ‘Sınırlardaki Türkiye’  projeniz var. Bu kez neyin peşindeydiniz? Neden sınırlar?
– Orada şunun peşinden gittim ben; herkes bizde seyahat seyahat der, kendi burnunun dibindeki komşunu bile bilmeden Avrupa’ya gider. Kendi köyünü bilmeden, Anadolu’yu bilmeden, Anadolu kültürünü bilmeden Batı kültürünü tanımaya çalışır. Bizim aydınlarımız arasında Anadolu’yu pek gezen olmaz ve bu yüzden kendi kültürümüzü  pek  bilen de yoktur. Anadolu kültürünü, Anadolu insanını, Anadolu halklarını bilmiyoruz gerçekten. Anadolu’nun gerçek kendi kimliğini bilmiyoruz. Özellikle bizim insanımızın, bir kez bu topraklardan kopup kent yaşamındaki çarkın içine girdiklerinde geri  dönüşleri de yok. Köylerine bir daha dönmeyen, hatta ziyarete bile gitmeyen insanlar var. Zaten toplum olarak çok gezen bir toplum değiliz, seyahat dediğimizde anladığımız Avrupa ve Avrupa kültürü. Bu yüzden aydınlarımız Türkiye’yi tanımıyorlar ve Türkiye hakkında yazı yazanlar da gezmeden, görmeden yazıyorlar. Bunun için ben böyle bir seyahat yaptım ve adını da  ‘Sınırlardaki Türkiye’ koydum. Bu benim motosikletle yapmış olduğum, İstanbul’dan  yola çıkarak karış karış bütün sınırlar boyunca Türkiye’yi 12 bin kilometre dolaşmış olduğum, yaklaşık olarak beş buçuk ay süren bir seyahatti. Dağ yollarından motosikletle ve çadırlarla yolculuk yaptık. Yanımda Amerikalı bir kız arkadaşım vardı; düşünün bu yolculuk sonucunda Türklerden daha çok Türklerle ilgili bilgisi oldu; inanılmaz girişken bir insandı, kolayca iletişim kurabiliyordu,  çok verimli sohbetlerimiz oldu yöre insanı ile; köylerde kaldık, çadırlarda kaldık. Beş  buçuk ay süren bu yolculuk boyunca,  İstanbul’dan başlayarak, Çanakkale’den Güneye indik, Güneyden Akdeniz, Adana’ya ulaştık, Adana’dan Malatya üzerinden Kapadokya, Kapadokya’dan Trabzon, Trabzon’dan Sarp’a kadar  ve bütün Karadeniz yaylaları ve oradan Artvin’den içeri, Cin dağı ve Kars’ ve  Kars’tan Van, Bitlis üzerinden Batman ve böylece bütün Türkiye sınırlarını dolaştık.


– Asya seyahatinizden kültürel anlamda  çok büyük bir zenginlikle ve çoğalarak döndüğünüzü söylemiştiniz. Bu seyahat için de aynı şeyleri söyleyebilir misiniz?
– Bir defa en önemlisi kendi topraklarımı gördüm, tanıdım. Anadolu insanını, Anadolu kültürünü yakından tanıdım. Bir Anadolu aydını olarak daha önce okuduğumuz, yazdığımızdan çok farklı bir Türkiye ile karşılaştım ve bu bilgi eksikliğimi giderebildiğim için çok mutluyum. Kültürel anlamda Uzak Doğu gezimdeki aynı renkliliği, zenginliği Anadolu’da gördüm. Mesela güneyde yaşayan kadınların o rengarenk çeşnisi, her yörenin kendine has mutfağı, yemekleri, giysisi, takıları, süsleri, geleneği göreneği, tarihi dokusu, türküleri, manileri, inanılmaz bir zenginlikle karşılaştım buralarda. Mesela bir Harran’ı, tarihin ilk üniversitelerinden birini gidip yerinde görmek, fotoğraflamak, o ruhu oradan hissetmek. Hasankeyif gibi  bir yer, Ani gibi kültürlerin karıştığı bir yer, Van gibi bir nokta, Urartu’nun merkezi, oraları görmek, oradaki tarihi dokuyu görmek, inanılmaz zenginlik katıyor bunlar insana. Ben bu geziyi yaparken amacım yaşadığım kültürü yazılan çizilenden farklı olarak tanımaktı, farklı bir şeyler bulmayı umuyordum ama bu kadarını beklemiyordum dorusu. Bu açıdan böyle bir gezi daha yapmak niyetindeyim ve o gezinin konseptini de ‘Sınırlardaki Türkiye- 2’ olarak tasarlıyorum. Sırada bir kitap var, fotoğraf albümü var. Bir metinle birlikte olacak ve metinlerini ben yazacağım. Ama şu an Likya’da yaşadığım için yedi sekiz yıldan buyana orada süren çalışmalarımız halen devam ediyor. Sonra köylü çocuklarla yaptığımız çalışmalar sürüyor.  Bu çalışmalar devam ettiği için de ‘Sınırlarda Türkiye- 2’ projesi biraz aksamış görünüyor. Ama ilk fırsatta bu projeyi de gerçekleştireceğim.


– Sizin şu an halen sürdürdüğünüz ‘Yaşayan Likya Projesi’ yakın bir zamanda medyada da yer aldı. Bu konudaki birikimleriniz nelerdir. Bu sekiz yıl içinde neler oluşturdunuz?
– Likya ile ilgili yedi, sekiz yıl boyunca yapmış olduğum araştırmalardan oluşan bir arşivim var. Bakanlığın bu konuda bana sağladığı, bölgede rahatça fotoğraf çekebileceğim izin belgesi sayesinde çok güzel fotoğraflar çektim. Şu an Likya ile ilgili bende olan arşiv Türkiye’de hiç kimsede yok.  Dağ, taş, tepe, sekiz yıla yakın zamanda oluşmuş altı bine yakın görsel var elimde. Ayrıca bu fotoğraf çekimleri yanı sıra Likya’ya yönelik yaptığım resim çalışmalarım var. Likya deyince tabii şu anki Likya’dan bahsetmiyorum; mesela bugün Likya’da ben yaşıyorum, biz Türkler yaşıyoruz; ondan önce Romalılar yaşıyorlardı; ondan önce de Araplar vardı. Araplardan önce İskender vardı, geriye gittikçe inanılmaz bir kültür çeşnisi var ve sonuçta ortaya çıkan bu projenin adı; ‘Yaşayan Likya’.  Yaşıyor çünkü hala, iki bin, üç bin yıl önce ustaların yapmış olduğu lahitler, kalıtlar var elimizde.    


– Söyleşimizi toparlarsak, önce ‘Ve İnsan’ olarak yayınlanan o fotoğrafın ardındaki hikayeden ve sizden yola çıktık; insana, topluma dair bakışınızı paylaştınız bizimle. Aydın Çukurova’nın sanatını, resimlerini daha iyi yapabilmek adına insana, kültürlere yaptığı yolculuklardan bahsettiniz. Uzak Doğu yolculuğunuzu, Malezya, Hindistan, Himaliya yolculuğunuzu anlattınız. Sonra kendi kültürümüze, Anadolu’ya yaptığınız ‘Sınırlardaki Türkiye’ yolculuğunuzu anlattınız. Ve sekiz yıldır da ‘Yaşayan Likya’ projenizin sürdüğünü söylediniz. Son olarak sizin bir de Avrupa’ ya açılma hazırlıkları içinde olduğunuzu biliyoruz. Ve özellikle bunu dünyada ilk kez sizin bulmuş olduğunuz transparan tekniği ile yapacağınızı  biliyoruz. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Bunu başarmış bir Aydın Çukurova aynı zamanda neyi başarmış olacak?
– Evet böyle bir proje var. Bu proje Anadolu kültürü ile ilgili ilk kez yapılan bir şey olduğu kadar, Anadolu kültürünün bu şekilde dünyaya açılması anlamında da bir ilktir. Anadolu kültürünün böyle bir yorumla, yani transparan tekniği ile ilk kez dünyaya açılışıdır bu. Yeni bir kültür ihracı da diyebiliriz buna ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu teknikle bu şekilde  böyle bir kültür ihracı daha önce dünya kültür tarihinde hiçbir yerde olmamıştır. Bu anlamda da ilktir. Bu konuda bir Anadolu aydını olarak mütevazı olmamak gerektiğini düşünüyorum.  


FOTOĞRAF: Aydın Çukurova tarafından çekildi. Çukurova ile ilgili ayrıntılı bilgi için lütfen tıklayınız…


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER:


– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’ 
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
-Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
-Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
 – Çocuk işçiler
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı? 
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur



730010cookie-checkKültür taşıyıcısı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.