Krizin Türkiye üzerindeki olası etkileri

Kriz karşısında siyaset, sermaye ve emekçi çevrelerinin tepkileri hayli farklı oldu. Siyaset çevreleri bazı verilere dayanarak, krizin Türkiye’yi fazla etkilemeyeceğini ileri sürerek, piyasaları panik davranıştan uzak tutmaya çalıştı. Siyasîlerin bu olumlu görüşü, malî displine sadık kalmış olmaları, bankacılık sisteminin 2001 kriz döneminden farklı olarak, ciddî boyutta açık pozisyonunun bulunmaması ve sermaye yapılarının güçlü olması yanında, IMF desteğinde bir program uygulanıyor olması verilerine dayandırılıyordu. Oysa, 2000 yılından beri uygulanmış olan yüksek faiz ve baskılı kur programı Türkiye’nin sanayi üretim destek alanını oluşturan KOBİ’lere büyük zarar vermiş olup, büyük sanayi kuruluşlarını da “kur riski” altında tutuyordu. İçeride faizlerin yüksekliği özel sektör kuruluşlarının dış borçlanmaya gitmeleri yanında, baskılı kur nedeniyle ihracatın büyük girdi payının dış girdilerle karşılanıyor olması da carî açığın olağanüstü boyutlarda büyümesine neden olmuş idi. Kamu kesimi dış borcunun küşülmesine karşın özel sektör firmalarının dış borcunun 80 milyar dolayında olduğu ilgili çevrelerce ifade edilmektedir. Döviz kurunun yükseliyor olması, dış borç itfasının YTL karşılığının yükselmesi anlamına gelmektedir. Özel kesim dış borçlarında zaafa düştüğünde, 2001 yılında banka deneyimlerinde görüldüğü üzere, bu borçların Hazine garantisi altında kamu kesimine ve böylece tüm topluma yıkılması, rahatlıkla söz konusu olabilir. Bankalar sisteminin sermaye yapılarının güçlü olduğunu ve açık pozisyonlarının bulunmadığını ileri sürmek, sistemin yarısına yakın kısmının dış sermayenin elinde bulunması bağlamında fazla bir anlam ifade etmemektedir. 

Merkez kapitalist ekonomilerde baş göstermiş olan krizin Türkiye’yi farklı açılardan farklı şekillerde vurması beklenebilir. Batı dünyasında baigöstermiş olan krizin şiddetine ve süresine bağlı olarak Türkiye’nin yaşayacağı tehditin kanalları ve boyutları şu şekilde belirtilebilir. Bir defa, önemli miktarda carî açık veriyor olan Türkiye, finansal piyasaların sıkıştığı ortamda dışarı çıkmaya çalışan finansal olanakların içeride tutulabilmesi ve/veya ekonomiden çıkan finansal kaynakları ikame edebilecek yeni finansal  olanakların ekonomiye çekilebilmesi için faiz haddinin yükseltilmesi kaçınılmaz görülmektedir. Faiz haddinin yükselmesi reel sektörde maliyetlerin yükselmesine yol açarken, katma değer içinde emekçilerin payının baskılanmasına neden olacaktır. Yüksek faizler kamu kesiminde de bütçe üzerinde yük oluşturarak kamu personeli özlük haklarının kısıtlanması yanında kamu hizmetlerinin de geriletilmesi sonucunu doğuracaktır. Kamu hizmetlerinin nicel ve nitel olarak geriletilmesi ekonomide genel verimlilik üzerinde geriletici etki oluşturacaktır. Faiz haddinin yükselmesi, ekonomide faiz geliri elde edenler lehine gelir daüılımını da bozarak, sosyal huzursuzluk nedeni oluşturabilecektir.

Faiz haddinin şimdiye dek yüksek tutulmasının dövizi baskılaması, maalesef, önceleri KOBİ’leri çökertmiş, faizin yükseldiği kriz koşullarında da  büyük firmaları eritme eğilimi taşımaya başlamıştır. Dövizin baskılanması büyük firmaların girdilerini yurt dışından sağlaması KOBİ’lerin bir bölümünün çökmesine ve işsizliğin artmasına neden olmuştur.  Şimdilerde kriz nedeniyle döviz kurunun yükselmesi halinde ise, büyük firmalar girdilerini eskiye göre daha pahalı temin etme durumuyla karşı karşıya gelmiş olduklarından, söz konusu firmaların da değersizleşmesine neden olabilir. Kısacası, 2000 yılından beri uygulanmakta olan yüksek faiz baskılı kur politikası Türkiyede sanayi yapısının oluşması açısından fevkalade olumsuz bir politika idi. Günümüzde bu kriz ortamında özellikle büyük sermaye tarafından hükümete baskı yapılarak hızla politika oluşturulmasının ve IMF ile anlaşma yoluna gidilmesinin önerilmesi rastlantısal değildir.

Krizin Türkiye’yi etkileyebileceği ikinci önemli kanal da dış ülkelerle yapılan ticarî ilişkilerdir. İhracatımızın % 50’sine yakın bölümünü Avrupa Birliği ülkelerine yapmaktayız. Bu bölgede yaşanacak ekonomik durgunluk bizim ihracatımızı da olumsuz etkileyebilir. İhracatımızın olumsuz etkilenmesinin carî açık üzerindeki etkisi, ihracata bağlı olarak ithalatın ne derece etkileneceği koşuluna bağlı bulunduğundan, bu konuda etraflı çalışma yapmadan fikir beyanında bulunmak doğru olmaz. Ancak, kriz nedeniyle milli gelirde yaşanacak daralmanın ithalatı da daraltacağından, carî açığın büyüme hızının yavaşlayacağı söylenebilir. İhracatın gerilemesi doğrudan işsizliğe yansıyarak, zaten yüksek olan işsizliğin daha da yükselmesine neden olabilir. Kayıt-dışı istihdam çok yaygın olduğundan kriz nedeniyle işsizliğin artış boyutunun net olarak saptanması olanaklı olmayacaktır.

Kriz nedeninin ötesinde, kriz bajanesiyle büyük sermaye gruplarının hükümete baskı yapmaları, bir yandan sermayeye yönelik vergi ve sair kamusal destek avantajları sağlamak olduğu gibi, aynı zamanda emeğe yönelik olarak da, esnek istihdam kuralının yaygınlaştırılması, işten çıkarılmanın kolaylaştırılması, kıdem tazminatından sermayenin vareste tutulması gibi, emek aleyhine yasal düzenleme ve uygulamaların oluşturulmasına yöneliktir.

Türkiye, 1923 kuruluşunda, 1960 dönüşümünde ve 1980 döneminde hep elverişsiz koşullarda Batı dünyası ile karşı karşıya gelmiş olduğu gibi, bu kriz de, maalesef, yine fevkalâde elverişsiz koşullar içinde krizin yükünü alma durumundadır. 1923 kuruluş yıllarında Osmanlı’dan tarımsal bir toplum devralmış olan Türkiye Cumhuriyeti, Batı’nın birinci sanayi aşamasını bitirdiği evre ile karşı karşıya gelmiş idi. 1960 dönüşümünde ticarî liberalizasyon uygulamasına geçmiş olan genç Cumhuriyet, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası fordist üretim aşamasında hızla gerşekleştirilen üretimine piyasa arayan Batı ile karşılaşmıştır. 1980 politikalarının devreye sokulduğu dönemde de dışa açılmaya ve finansal serbesti politikasına geçmeye çalışan Türkiye, bu kez de finansal ve reel alanda güçlenen Batı emperyalizminin etkisine girmiştir. Şimdilerde etkilerini almaya başladığımız küresel son kriz de, bizi, verimsiz bir ekonomik alt-yapı üzerinde yükselen birikimsizlik krizi ve bozuk gelir dağılımının körüklediği göstermelik lüks tüketim görgüsüzlüğü ortamında yakaladı. Böylesi bir ortamda, gelişememişliğin neden olduğu birikimsizlik krizi üzerine, Batı’nın yaşadığı ve çevreye yaydığı aşırı birikim ve sektörel dengesizlikler krizinin yükünü omuzlamaya hazırlanmaktayız. Bu durumda kısa sürede ekonominin genel verimlilik düzeyi yükseltilemeyeceği ve gelir dağılımı düzeltilemeyeceği için, sanayi kuruluşlarının ve sermayenin bir bölümünün hızla değersizleşerek, üretim alanından çekilmesi, ya da, büyük bir olasılıkla, yabancı sermaye lehine el değiştirmesi sonuçları yaşanıyor olabilir. Sermayenin yabancu unsurlar lehine el değiştirmesi ileriki dönemlerde, Latin Amerike ülkelerinin yaşadığına benzer biçimde, büyük kâr transferlerine ve yükselen carî açığa yol açıyor olabilir. Üstelik yabancı sermayenin sermaye başına yerli emek kullanma katsayısı yerli sermayeninkine oranla çok daha düşük olacağından, söz konusu sermayenin el  değiştirmesi işsizliğe çare olamayacağı gibi, tam tersine, artırıyor da olabilir.
 
İşsizlik sorunu açısından son krizin olası sonuçları, krizin mekanik etkilerini de aşarak, içeride fırsatşı davranışların, dış ekonomilerde de yükseln milliyetşi akımların etkisiyle fevkalade olumsuz gelişebilir. İçeride kâr saiki ile günümüzde de eksik istihdam koşullarında emeği entansif ve ekstansif sömürü altında sermaye, kriz bahanesiyle bu eğilimini şiddetlendiriyor olabilir. Sermayenin emeğe yönelik bu saldırısı, yüksselen işsizlik ve sendikaların ataleti karşısında etkili bir şekilde geri püskürtülemez. İleri batılı ülkelerde ise, kriz milliyetçi akımları körükleyebilir ve yerli emek ile göçmen emek arasında ayırıma yol açarak, yoksulluk koşullarında köleleştirilen kaçak emek dışlında, yabancı emek iç kaybına uğratılabilir. Küreselleşme ile boy göstremiş olan milliyetçilik akımları krizle daha da şiddetlenerek, yabancı emekçilerin kendi ülkelerine dönmeleri için gelişmiş ekonomilerde fiilî ve siyasî baskı oluşabilir. Küreselleşme ortamında mobilitesine izin verilmemiş olan emek, böylesi bir gelişme karşısında kendi ülkesine gönderilme koşulu ile karşı karşıya kalmış olabilir. Küreselleşmenin çözemediği, çözmeyi de amaşlamadığı, çevre ekonomilerdeki işsizlik sorununun, son krizle daha da yükselme eğilimine gireceği açıktır.

Krize karşı alınan önlemler arasında IMF ile yeni stand-by yapılması, banka mevduatına devlet garantisi verilmesi, işsizlik fonundan sermayenin yararlandırılması yolunun açılması ve finansal alanda olduğu kadar, üretim alanında da istihdamda sermayenin yüklendiği vergilerin hafifletilmesi ve bazı sermaye kesimine tanınacağı ifade edilen vergisel avantajların amacı, bir yandan ekonomiden finans kaynaklarının kaçışını önleyerek carî açığın sürdürülmesi, sermayenin önünün açılması, yabancı yatırımların girişinin aksatılmamasıdır. Tüm bu önlemler sermaye yanlı ve emek karşıtıdır. Sermayenin önünün açılması, istihdam yoluyla, dolaylı olarak, emek-yanlı politika olarak görülebilir. Ancak, özel sermayenin emeğe uyguladığı entansif ve ekstansif sömürü nedeniyle, sermayeye sağlanan avantajın emek açısından fazla bir önem taşımadığı ve emeğin bilincinin yükseltilerek, bu krizden emek-sermaye çatışmasının yükseltilmesine hizmet edecek nitelikte görülemez.
Küresel kapitalizmin Türkiye gibi çevresel bir ekonomide oluşturduğu emperyalist baskının bir yolu da, hem ekonominin genel verimsizlik, hem de bireysel işletmelerin verimsizlik olgusundan yararlanmaktır. Türkiye genelinde verimsiz olmayan bir işletme, dışa açık piyasa koşullarında gelişimiş ekonomiler ortalamasına göre verimsiz görülerek, üretim dışına atılabilir veya el değiştirebilir. Her iki durumda da emekçiler istihdam kaybına uğrar ve yoksullaşır.

Kapitalizmin küresel krizinin Türkiye gibi çevresel konumlu ekonomileri vurmasının sonucunu, ileri ekonomilerden gelişmekte olan ekonomilere ve sermayeden emeğe yaralı hâle dönüştürmenin en etkili yolu, kamu kesimini sermaye yerine emeğe yöneltmekle olası olabilir. Kamu kesiminin sermayeye tanıyacağı ekonomik destekler, kamu işletmeleri oluşturulma yönünde kullanılarak, emek istihdamının önünün açılması yanında, bölgesel dengesizliklerin giderilmesi aracı olarak da politikaya sokulabilir. Bu yolla, hem içte üretilen katma değerin kâr transferi yoluyla ekonomi dışına çıkması önlenebilir, hem üretimde söz sahibi olan siyasal erkin ürün ve faktör piyasasında sermayenin karşısına daha güşlü çıkması sağlanabilir, hem de kamu kesiminin vergi gelirleri artırılabilir.

Krizin emek-sermaye çatışmasında emekçilere özgürlük yolu açması, kriz-politika ilişkisi bağlamında meselenin ele alınması ile analiz edilebilir. Umutsuzluğa kapılmadan, ancak koşulların elverişli olmadığı durumlarda da enerji tüketimine ve hayal  yıkımına yer vermeden, krizlerden emekçi bilinci yükseltilmesi yönünde yararlanılması, günümüzün dünya koşulları, sendikaların konumları ve yoğun ideolojik ve maddî baskılama koşullarında kısa dönemde fazla olası görülemez. Buna rağmen, emek mücadelesinin tarihi bizlere özgürlüklerin kazanılmasının pahalı olduğunu, fakat sonuç alınabildiğini göstermektedir.

* Bu yazı, güncelliği nedeniyle, Kızılcık dergisinin son sayısına gönderilen yazıdan alıntıdır.

1595020cookie-checkKrizin Türkiye üzerindeki olası etkileri

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.