Londra’da Anadolu Kültürü Haftası

Londra’daki Victoria Albert Müzesi, geçtiğimiz haftalarda açılan ve İslam sanatını sergileyen Jameel Galerisi’ni kutlama etkinlikleri çerçevesinde 5-6 Ağustos günlerini  Türk sanat ve kültürüne adadı. “Laleler, Çiniler ve Kahve Kültürü” adıyla düzenlenen etkinlikler ağırlıkla, müzenin iç avlusu olan John Madeljski Garden’da yapılırken ‘work-shop’lar stüdyo ve salonlarda yer aldı. Güneşli bir hafta sonuna rasgelen etkinlikler çoğunluğu yabancı olan kalabalık bir grup tarafından izlendi.

Müzik gösterileri, ‘çarık nasıl yapılır’, seramik boyama, geometrik desen çizimi konularında ‘work-shop’lar, Anadolu sanatı üzerine seminerler, film izletileri ve defileyide kapsayan geniş bir sanat programı olan etkinlikte, izleyicilerin geleneksel Türk giysilerini giyip fotoğraf çektirebildikleri bir de stand açıldı.

150 yılı aşkın tarihinde Victoria-Albert Müzesi ilk defa bir hafta sonunu Türk kültürüne adadı. Kültürün politikalara sadece renk değil yön de verdiği günümüz dünyasında, dünyanın en elit müzelerinden birinin, bir ulusun kültürünü tanıtmaya yönelik bir çabasını, sadece estetik bir merakla açıklamak doğru olmasa gerek. En azından, 11 Eylül sonrası dünyada ve Orta Doğu’daki son gelişmeler bağlamında böyle düşünmemek elde değil. Eğer bu bakış açısı doğruysa, Victoria-Albert Müzesinin Türk kültürünü tanıtma amacıyla düzenlediği etkinlikleri nasıl açıklayabiliriz?

Son yıllarda ilan edilen “medeniyetler çatışması”yla birlikte, Batı metropollerinde İslam sanatı ve kültürüne yönelik artan ilgiyle paralel bir gelişme diyebilir miyiz buna? Ya da Orta Doğu’daki çatışmalar bütün şiddetiyle sürerken, İslam kültüründen de etkilenen Anadolu topraklarında yeşeren özgün mozaiğin Victoria Albert Müzesi’ne getirilmesi, çatışma halinde olunan dünyadan en azından bir müttefik yaratma arzusu olabilir mi? Bunların hepsi olabilir ama herşeyden önce Londra pratiğinde yaşanan bir gerçek vardır: o da Türkçe konuşan toplumun, İngiltere’de –özellikle de Londra’da- varolan çok renkli yapıya kendi özgün renklerini katmaya başlamasıdır. İngiltere’de, Anadolu ve İslam kültürüne artan ilgi nedenleri arasında bunu da saymak gerekir.

Evet, Londra’ya göçlerle gelen Anadolu kültürü “denklerini” açmaya başlıyor. Anadolu insanının henüz geçici ve yerleşik olma arasında bir yerde açtığı alanda yürüttüğü bu eylem, bu coğrafyada doğan ya da küçük yaşta gelenlerin, içinde yaşadıkları kültürlerden yaratacakları sentezle yeni bir şekil alacağı şüphesiz. Victoria Albert’te Cumartesi günü dinlediğimiz Saz Okulu öğrencilerinden 11 yaşındaki Ruhi Altun ve 12 yaşındaki İbrahim Külekçi şüphesiz buna iki örnek.

Londra’da alışılmadık sıcakların sürdüğü günlere denk gelen festivalin öğle saatlerinde, açıkan karınların çimler üzerinde sere serpe kebap, kısır, mücver, dolma, humus, patlıcan közde, baklava…lara tesim olduğu dakikalarda dikkatler, birdenbire  midelerinden ruhlarına doğru kayıyor. Genellikle etnik bir kültürle karşılaştıkları zaman takındıkları meraklı ve tenkite hazır edasıyla müze müdavimleri İngilizler, sandalyelerinin yerlerini değiştiriyor; sahneye arkası dönük aynı hızda konuşup yiyen Çinli çift, çubuk olmadığı için kaşıkla yedikleri kısıra  ara verip müziğin geldiği yere meraklı bakışlarla dönüyor; Madejski Garden’a bakan, Rönesans dönemine ait heykellerin bulunduğu salonda atalarının yaptığı heykellere gururla bakan İtalyanlar güneşin altındaki bu iki noktadan çıkan sese doğru seğirtiyor; Che Guevara sergisinden çıkan Güney Amerikalılar, küçük ellerin yukarıdan aşağıya doğru hızlı devinmlerle vurduğu telleri tanıyıp geliyorlar. Sahnede, neredeyse boyları büyüklüğündeki sazları çalan iki çocuk.

“Şelpe tekniğiyle çaldık” diyor Ruhi, performanslarını, başladıkları gibi aniden bitirdikten sonra. Genellikle Anadolu müzik geleneği içinde sınırlı kalan sazın böylesine sınır tanımaz bir yorumla yolculuğuna daha önce tanık olmamıştım. Benim gibi diğer yabancı kulakları da çeken bu yorumdu sanırım. Yanlarına gidip çağırıyorum onları. Koşarak geliyorlar, ellerinden sazı bırakır bırakmaz yine 11, 12 yaşlarında çocuk olarak. Çimler üzerinde oturuyoruz. Cin gibi gözlerle, yine sahnedeki doğal varlıklarıyla bekliyorlar soru sormamı Ruhi ve İbrahim. Kuzey Londra’daki Saz Okulu’nda 3 yıldır saz çaldıklarını öğreniyorum. “Şelpe hocamız Erol Parlak, mızrabı da Kemal hoca öğretiyor.” diyor İbrahim. Kökenleri Kayseri, Sarız, Elbistan ama Londra’da doğmuşlar. Yöreden gelen saz tutkusunu içgüdüleriyle izlemişler belli, ailelerinin de teşviğiyle. Başka bir enstrüman çalıyor musunuz, diye soruyorum. “Hayır”, diyorlar, “saz çaldıktan sonra…” der gibi. Böyle bir yetenekle, belki başka enstrümanlarla, belki de sazla ama kendi yarattıkları bir dille farklı müzik dünyalarına yapacakları yolculuğu düşünüyorum.

Öğleden sonra Anadolu’dan Mezopotamya’ya kadar yayılan geleneksel Kürt giysilerinin gösterisi tam bir renk cümbüşü yaratıyor. Londra’da yaşayan Kürt modacı Delkash Murad’ın hazırladığı tarihsel kostüm defilesi, Madejski Garden’a kır çiçekleri gibi yayılıyor. Bu topraklar üzerinde yaşayan kültürlerin ne kadar birbirine yakın ama yinede ne kadar özgün olduğu gerçeğini giysilerin ve üzerlerindeki takıların çeşitliğinde izliyoruz. Daha sonra Londra’daki konserlerinden artık tanıdığımız Nihavent grubu Dede Efendi’den ve eski İstanbul şarkılarından oluşan repertuarıyla sahne aldı. Ney’in sürükleyen nağmelerine rağmen, koradaki uyumsuzluk –ya da mikrofonlardaki bir sorun- ve kemanın köşeli sesi, yüksek binalarla çevrili iç avluda  yabancı kulaklara ulaşmadan kebap kokusuna karışıyor. Evet kebap ta vardı. Belki de ilk defa Victoria Albert Müzesi duvarları bu kokuyu aldı. Ancak bu defa Türkler değil İngilizler pişirdi ve servisi yaptı.

Müzenin çeşitli stüdyolarına yayılan ‘work-shop’lar özellikle çocukların ilgi odağı oluyor. Çarık yapma, seramik üzerine boyama teknikleri, İslam sanatının temelinde olan geometrik desenlerin bir cetvel ve pergelle nasıl  yaratıldığı üzerine yapılan pratik çalışmalar İngilizlerin daha çok ilgisini çekmişe benziyordu. Bu aktivitelerin masa üzerinde çizim ve grup çalışmasını gerektirmesi nedeniyle kapalı stüdyolarda yapılması, dışarıda avluda süregiden etkinliklerden biraz kopuk gibi hissedilmesine neden olduğunu görüyorum. İki gün boyunca dikkat çeken diğer bir nokta da Türkiyeliler azınlıkta olmasıydı. Türk kültürünü tanıtma amaçlı bir etkinlikte yabancıların çoğunlukta olması elbette olumlu algılabilir. Ancak, Türkiye ile ilgili diğer etkinliklerle karşılaştırıldığında bunun arkasında başka nedenler de  aramak gerekir sanırım. Örneğin, bu etkinlikten önce Victoria Albert Müzesi’ne kaç Türkiyeli gelmişti? Müze, Türk kültürü haftasıyla ilgili duyurularını, Türkiyelilerin yaşadığı çevreye yöneltmekte özel bir çaba sarfetmemişti. Çünkü zaten ulusal basında geniş olarak reklamı yapılmıştı. O zaman diğer bir soru, Türkiyelilerin kaçta kaçı İngiliz basınını ve kültürel olayları izliyor? Bu soruları uzatmak olası. Victoria Albert Müzesi Türk kültürü haftasıyla, Anadolu kültürünün Londra’daki yaşamın bir parçası olduğunu gösterirken diğer taraftan aradaki mesafeyi de ortaya çıkardı.

1631780cookie-checkLondra’da Anadolu Kültürü Haftası

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.