Nebil Özgentürk’le “Bir Yudum Sohbet”

Aşık Mahzuni’den Erkin Koray’a, Türkan Saylan’dan Tuncel Kurtiz’e, Tarık Akan’dan Barış Manço’ya, Müslüm Gürses’ten Adile Naşit’e, Süleyman Seba’dan Zeki Müren’e daha nice ismin hayatını ekranlara taşıdı ve hatıra defterlerine notlar düştü.

Nebil Özgentürk’ün bir röportajı var ki dönemi gereği benim için bambaşka anlamlar ifade ediyor. Yıl 1999, aylardan Kasım’dır. Paris’te gönlü kırılmış, yüreği daralmış, köpeklerinden kuşundan, yavrusundan cayıp gitmiş, kum gibi ezilip geçilmiş, tüm linçlere karşı sessizce değil kapıyı çarpıp gitmiş ama toprağında rakı içmeyi özlemiş, memleket hasretinin sarmaladığı bir Ahmet Kaya vardı. Gazete manşetlerine bölücü ve vatan haini olarak yansıyan, linç fermanı acımasızca imzalanmış Ahmet Kaya’ya dostları bile selam vermeye, hatırını sormaya korkar olmuştu. İşte tam da böylesi bir girdapta Nebil Özgentürk, Paris’te Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatmaya cesaret edebilmiş tek gazeteciydi. Özgentürk, o günleri şöyle anlatıyor:

“Ahmet Kaya, çok sevilmesine rağmen birdenbire bitirilmiş ve linç edilmişti. Ben Ahmet’i hem tanıyor hem de seviyordum. Ahbaplığımız da vardı. O, sıkıştırılmıştı ve benim amacım onu konuşturarak linç iklimini kırmaya çalışmaktı. Karısı ve çocuklarından ayrı çok üzgün olduğu ve acı çektiğini biliyordum. Ahmet Kaya’ya röportaj için haber gönderdiğimde cevabı ‘Gel Nebil kardeş’ olmuştu. Ben Paris’e gittiğimde Ahmet Kaya acı içindeydi. Çok üzgündü ve hiç gülmüyordu. Biz birbirimize iyi gelmiştik çünkü ben ona kardeşçe sarılmıştım. O da bunu hissetti ve 3 gün boyunca uzun sohbetler ettik.”

Acımasız bir 28 Şubat vesayetinin olduğu o dönemde, elbette ki Ahmet Kaya röportajı o kadar da kolay yayınlanamayacaktı. Nebil Özgentürk, Sabah gazetesinde röportajın yayınlanma sürecinde yaşadıkları konusunda ilk kez çok önemli detaylar veriyor ve şuan Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Erdal Şafak’a dair çok çarpıcı ifadeler kaydediyor:

“Erdal Şafak, o zamanlar Sabah gazetesinin yazıişleri müdürüydü. ‘Derin Sabah’la birlikte röportajı sabote etme girişiminde bulunuyorlardı. Ahmet Kaya’nın sözlerini ve benim yazdıklarımı çarpıtıyorlardı. Sabah’ın yazıişleri Ahmet’i bölücü olarak göstermek için elinden geleni yapıyordu. Keşke Erdal Şafak’ın tahrif ettiği, Ahmet Kaya’nın aleyhinde olan o sayfaları alabilseydim. Bugün Sabah gazetesini yöneten Erdal Şafak’ın suratına tükürerek 15 yıl sonra vururdum!”

Türkiye’nin yakın tarihine belgeselleriyle ışık tutmuş birinin, son yılların en büyük halk eylemi Gezi’de olmaması elbette düşünülemez. Nebil Özgentürk, dönemim Başbakanı Tayyip Erdoğan’la görüşen aydınlar komitesi üyelerinden biriydi. 4 saat süren o toplantıyı “Biz oraya uzlaşmak için değil, bir şeyleri anlatıp şikayetimizi söylemek için gittik. Sevimsiz ve gergin bir ortamdı. İktidar tarafından bizleri aşağılayıcı ve küçümseyici bir tavırla karşılaştık. Yüzümüz asık çıktık oradan” şeklinde özetliyor Nebil Özgentürk. Ayrıca, toplantıdan Tayyip Erdoğan ve Ömer Çelik’in söylemleri konusunda çok çarpıcı replikler aktarıyor.

Kıymetli meslek büyüğüm Nebil Özgentürk’e misafir olup pek çok konuda sorular yönelttim. Şiirle ilk tanışıklığından Can Yücel’e, üç fidanın dar ağacına asılmasından Yılmaz Güney’e, Paris’teki Ahmet Kaya röportajından Derin Sabah’a, belgeselcilikte siyasal baskıdan Gezi eylemlerine, Başbakanlık’ta katıldığı toplantıdan iktidarla aralarında geçen diyaloglara, medyadaki korku imparatorluğundan işsiz muhalif gazetecilere, 50 yaşında baba olmasından Arın bebeğin isim sürecine dair pek çok konuda konuştuk. Kıymetli Nebil Özgentürk yine tarihe not düştü. O’nun perspektifinden çok çarpıcı detaylara vakıf olacaksınız…

***


– Henüz 13 yaşınızdayken, şiirle ilk tanışıklığınızda Can Yücel’in ailesinin de payı var. Bu ilk tanışık ve ilerleyen yıllarda hayatınıza yansımalarından biraz bahseder misiniz?

– Çok sevdiğim bir hikayedir bu… Aslında herkesin ailesinin onun hayatını belirlediğini düşünürüm. Evinden, ailesinden şiir ve edebiyat konusunda beslenmemiş biri de edebiyatçı olabilir tabi ama bu konu benim bir şansımdır. Ben politik duyarlılığı yüksek bir babanın oğluyum. Kendisi sivil toplum çalışmalarında çok aktif biriydi. Okul yaptırmak ya da mahallesine yarar sağlamak için kurulan derneklerden ve siyasi partilerden beslenen biriydi. Bu yüzden çocuklarını da çokça okumaya yönlendiren bir insandı. Bunun etkisiyle ağabeylerim de resme, tiyatroya, sinemaya ve edebiyata ilgi duymuşlardır. Babam akşamları bize tarih hikayeleri anlatırdı ve iyi bir anlatıcıydı. Okuma ve yazmayı 15 yaşından sonra sökmüş biri olarak, sanki o açığı kapatmak için çok daha fazla okumuştu. Ağabeyim İstanbul’a geldikten sonra Yaşar Kemal ve Can Yücel gibi büyük edebiyatçılarla, Deniz Gezmiş gibi siyasi kişiliklerle ahbaplıklar kurmuştu. 12 Mart’ta Can Yücel, bizim şehrimiz Adana’ya cezaevine sürgüne geldi. Can Yücel’in “Bir Siyasinin Şiirleri” kitabı da Adana’da cezaevinde yazdığı şiirlerdir. O zamanlar Can Baba değildi, BBC’de çalışmış genç ve aktif biriydi. Sol kesimde çok seviliyordu ve 68 kuşağının ağabeylerindendi. Ağabeyim, Can Yücel’i çok sevip saydığından, babamdan onu Adana’da cezaevinde zaman zaman ziyaret etmemizi ve ailesi geldiğinde ağırlamamızı rica etmişti. Ben de küçükken Can Yücel’in ailesi ve eşi Güler Abla’yı görüyordum ve birkaç kez de cezaevine ziyarete gitmiştim.

“Üç Fidan Asıldığında Çocuktum, Ben de Ağlamıştım”

– O zamanlar cezaevlerinde ziyaret çok daha kolaydı ve yemekler de götürülürdü. Can Yücel, içkiyi severdi. Babamdan üzüm ve karpuz isterdi. Üzümü cezaevi penceresinde kurutup, ondan ilkel bir şarap yaptığını söylerdi. Can Yücel cezaevinden çıktıktan sonra hemen İstanbul’a dönemdi ve ailesiyle birlikte birkaç gün bizim evde kaldılar. Bizim evde Can Yücel’den konuşuluyor olması, ağabeyimden dolayı Yaşar Kemal’den de bahsedilmesi bizleri yönlendiren detaylardı tabi. Hiç unutmam; 72’nin Mayıs’ında Deniz Gezmiş asıldığında bizim evde herkes gözyaşı döktü. Sabahın erken saatlerinde ajans haberlerinden üç fidanın asıldığını duymuştuk. 11-12 yaşlarımda neler olduğunun farkında olmadan ben de gözyaşı dökmüştüm. Bu, benim için çocukluğumun unutulmaz ve trajik hatıralarındandır. Tüm bu olanlar benim okuma ve yazma alanına ilgi duymamı ve değerli bir alan olarak görmemi sağladı elbette. Ortaokul dönemlerimde herkes gibi normal okul hayatımın yanında şiir yazmaya da girişirdim. Bunu söylemeye utanırım; büyük şairlerin arasında birkaç şiirim vardı diyelim. Bu dönemde hayat ve memleket meselelerinden de kopmadım. Benim lise ve üniversite yıllarıma tekabül eden 70-80 döneminde çok dinamik bir Türkiye vardı. Sokaktan ve siyasi gençlik hareketlerinden kopmadım. Etkilendim ve içlerine girdim. Genç bir adamın okuma yazmaya, Türkiye meselelerine ilgi duymasıyla ilgi bir şeydi. Sıradan bir disko akşamı yaşayacağıma kendimi bir şiir dinletisine vermişimdir. Tiyatroya gitmek, o dönemin siyasal gençlik hareketlerinin kültür ve sanat etkinliklerine gitmek, sokaklarda şarkılar ve türküler söyleyerek memlekete dair bir şeyler anlatmak benim dinamik dönemlerimdi. Üniversite dönemlerimde çok az okula gittim ve hayatım İzmir sokaklarında geçti.

“Bir Yılmaz Güney Hikayem Var”

– Sonrasında 12 Eylül darbesi geldi… Bir kırılma noktasıydı. Darbeden de çok etkilendim ve 90 günlük bir gözaltı süresi yaşadım. O günler utanacağım ya da pişman olacağım değil, onur duyacağım günlerdi. Sonuçta ben işletme fakültesi mezunu olarak, yapamayacağım bir dünyaya girmenin kıyısındaydım. 23 yaşımdayken Adana’da büyük bir holdingin yeni mezun bir iktisatçı aradığını okumuştum ilanlardan. Görüşmeye gittim, kabul edildim ve “Pazartesi gel başla” dediler. Cumartesi ve Pazar günleri uzunca düşündüm ve git gel yaşadım. Pek çok şeyi düşündükten sonra holdingde çalışmamaya karar verdim. Kendimi önce İstanbul’a attım, sonra da iyi bildiğim İzmir’de 83’ün Ekim ayında gazeteciliğe başladım. Bu dönemler benim şiir ve Orhan Kemal romanları okuduğum, Yaşar Kemal’i keşfettiğim zamanlardı. Bu arada bir de Yılmaz Güney hikayem var. Adana’da Arkadaş filminin galasını yapıyordu Yılmaz Güney. İkinci hafta da ağabeyimin senarist ve ikinci yönetmen olarak çalıştığı Endişe filminin çekimleri başlayacaktı. 74’ün ilkbahar günleriydi ve Yılmaz Güney’le birlikte bir filmini izledik. Adana’da motel tarzında bir tesis vardı. Oraya gittiğimde, Yılmaz Güney’in senaryo üzerinde çalıştığını gördüm. Etrafta pek çok artist, yönetmen ve çalışanlar vardı. Ağabeyim de oradaydı. Şerif Gönen ve Erkan Yücel de vardı. Galayı izledik ve Yılmaz Güney’in konuşmasından, sesinden çok etkilendim. Biz Adanalılar için Yılmaz Güney bir efsanedir. Ertesi gün çekimler başladı, bir gün sonrasında da Yılmaz Güney’in cinayetten arandığı haberi geldi. O malum hakim hikayesi… Bu da gençliğimde kırılma hikayelerindendir. Bunları yaşamış biri olarak başka bir şey olmam zaten mümkün değildi.

– Adana’dan Paris’e gitmek istiyorum. Benim için Ahmet Kaya’yla yaptığınız son söyleşinin farklı bir anlamı var çünkü O’na dostlarının bile selam vermeye çekindiği 99 yılının Kasım ayında Paris’te konuştunuz. Ahmet Kaya’yla son söyleşinize dair neler söylersiniz?

– Bazı insanların kulağını çınlatmak, bazılarını ise nefretle anmak istiyorum. Bu bağlamda ilk kez söyleyeceğim şeyler olacak. Ben Sabah gazetesinde köşe yazıyordum. O dönem portre yazarlığı konusunda öne çıktığımı söylerler. Bir yandan da Bir Yudum İnsan programım atv’de devam ediyordu. Bir yönetim değişikliği oldu. Rahmetle andığım Ufuk Güldemir, “Nebil, röportajlar yapalım. Yeni geldim ve benim için de bir rüzgar olur” dedi. Ertesi gün ona üç kişilik bir röportaj karakteri sundum. O güne dek hiç konuşmamış kişilerdi. Basını terk eden Erol Simavi, dolandırıcılıkla gündemde olan Banker Castelli ve son olarak da Ahmet Kaya. Merhum Ufuk Güldemir, harika olacağını ve söyleşilere Ahmet Kaya’yla başlamamı söyledi. Ahmet Kaya bir mayın tarlasıydı ve herkesin Kürt kelimesini sarf etmekten çekindiği bir dönemdeydik. 28 Şubat sonrasında bir Kürt meselesi bir de laiklik çok önde ve hassastı. Basın bu konularda hiçbir şey yazamıyordu ve bir askeri vesayet vardı. “Ahmet Kaya kesinlikle bölücüdür”, “PKK konserine çıkmıştır”, “Magazin Gazetecileri Derneğinde Kürtçe klip yapacağım deyip bölücülük yapmıştır” manşetleriyle ön planda olan bir şarkıcıydı Ahmet. Çok sevilmesine rağmen birdenbire bitirilmiş ve linç edilmişti. Ben Ahmet’i hem tanıyor hem de seviyordum. Onunla ahbaplığımız da vardı. Ufuk Güldemir’e böyle bir teklifle gittiğimde, Ahmet Kaya’nın konuşması gerektiğini hissederek söylemiştim. Çünkü linç dalgası arasında yargılanmak üzereyken, haklı olarak Paris’e gitmişti. O, sıkıştırılmıştı ve benim amacım onu konuşturarak linç iklimini kırmaya çalışmaktı. Karısı ve çocuklarından ayrı çok üzgün olduğu ve acı çektiğini biliyordum. Ahmet Kaya’ya röportaj için haber gönderdiğimde cevabı “Gel Nebil kardeş” olmuştu.


“Derin Sabah, Ahmet Kaya Röportajını Sabote Etti”

– Apar topar Paris’e gittim ama o dönem Sabah gazetesinin yazıişlerinde Ufuk Güldemir’e rağmen tuhaf bir iklim vardı. Gazete 28 Şubat döneminde sınıfta kalmıştı. Bazı yazarlarını kovmuş, yazarlarını suçlayanlara karşı söylem geliştirememiş ve koruyamamıştı. Ahmet Kaya’yı göklere çıkaran, onore eden ve iade-i itibar yapan bugünkü AKP iktidarının gazetesi Sabah’ın şuan ki genel yayın yönetmeni olan Erdal Şafak, o dönemde gazetenin yazıişleri müdürüydü. Ufuk Güldemir’e rağmen, yazıişleri ve redaksiyon ekibi Ahmet Kaya röportajını sabote etme girişiminde bulunuyorlardı. Ahmet Kaya’nın sözlerini, benim kendi duygularım olan, röportajın başına yazdığım yazıyı çarpıtıyorlardı. Sabah’ın yazıişleri Ahmet Kaya’yı bölücü olarak göstermek için elinden geleni yapıyordu. Ben döndüm Paris’ten, yazıları yazdım ve verdim. Manşet olacaktı. Baktım ki sayfalarda oynamalar yapılmış ve benim yazdıklarımla alakası olmayan şeyler eklenmiş. Benim imzamla, çok şerefsizce tahrifat ve eklemeler yapılmıştı. “Öcalan ve Madam Mitterrand’ın korumasına girmiş”, “PKK ve bölücü başı” gibi benim kullanmadığım jargonda eklemeler vardı. Bunun üzerine Ufuk Güldemir’e, “Röportajda böylesi bir rezalet var, bu nedir? Ben röportajı çekiyorum” dedim. Ufuk ise “Nebil, burada bir derin sabah var. Beraber toparlayalım bu işi, merak etme” dedi. Rahmetli Ufuk Güldemir’in kullandığı “Derin Sabah” tabiri, onları kendisinin bile aşamadığı anlamındaydı.

Erdal Şafak’ın insanlığa sığmayacak bir tavrı vardı. Ahmet Kaya’nın aleyhine gelişecek ve mahkemelik olacak sözleri, benim soru cevap olarak yazdıklarımın tahrifini engelledik. Ben şart koştum, gazeteden istifa edeceğimi ve röportajı çekeceğimi söyledim. Bu krizi böyle atlattık ama tarihe geçti. Keşke Erdal Şafak’ın tahrif ettiği, Ahmet Kaya’nın aleyhinde olan o sayfaları alabilseydim. Bugün Sabah gazetesini yöneten Erdal Şafak’ın suratına tükürerek 15 yıl sonra vururdum. Daha sonra röportajı benim istediğim gibi 3 gün boyunca yayınladık. O röportaj benim için yarı bir krizdir. Buna rağmen, benim müdahale edemeyeceğim gazetenin birinci sayfasında yine kendi numaralarını yaptılar. Vicdani kaygılar olmadan, Ahmet Kaya’nın başına ne gelir diye düşünülmeden alçaklık yapılmıştı. Hem gelen yazı tahrif edilmiş ve yalan eklenmişti, hem de varolan askeri vesayete şirin gözükülmeye çalışılmıştı. Bu durum ne insanlığa ne de gazeteciliğe sığıyordu.

– 1999’un Kasımında karşınızda bulduğunuz Ahmet Kaya’yı nasıl görmüştünüz, ruh hali ve fiziksel durumuna dair neler gözlemlediniz?

– Sadece Kürtçe bir klip çekeceğim dediği için Ahmet Kaya dönemin Türk basını tarafından aşağılandı. Ahmet, her gün kendisini haksızca yerden yere vuran bir haber görüyordu. Millet de razıydı zaten ve iktidara yaranmak için manşetler atılıyordu. Türk basını iyi şeyler yapmış olsa da bu anlamda yatacak yeri yok. Hukukun ve özgürlüğün olmadığı, suikastlerle insanlara kurşun sıkıldığı, darbe etkisiyle vesayetçi bir genelkurmayın olduğu dönemde, Ahmet Kaya sırf Kürt kelimesini kullandığı için linç edildi. Can güvenliği olmadığı için haklı olarak Paris’e gitti ama oradan her gün haberleri alıyordu. Bir linç politikası vardı, davalar açılıyordu. Bu durumda insan dünyanın herhangi bir cennet yerine gitse ne olur? Memleketinden, karısı ve çocuklarından, sevenleri ve kitlesinden uzakta kalbi ne kadar dayanabilirdi ki? Ben Paris’e gittiğimde Ahmet Kaya acı içindeydi. Çok üzgündü ve hiç gülmüyordu. Biz birbirimize iyi gelmiştik çünkü ben ona kardeşçe sarılmıştım. O da bunu hissetti ve 3 gün boyunca uzun sohbetler ettik. Böylesi bir stres ve üzüntü süreci elbette hastalıkları tetikler. Üzüntüler getirir böylesi kalp krizlerini. Çok üzülmüş, haksızlığa uğramış, yalan yanlış sözlerle satılmıştı.

Magazin Gazetecileri Derneği yöneticilerinin bir kısmı yanlış ifadeler kullandılar. Merhum Savaş Ay gibi isimler de delikanlıca davrandılar. O günlerde pek çok insan şerefsizce davrandılar. Derin devlet, derin asker, derin basın ve niceleri el birliğiyle bir insanı uzaklara gönderdiler. Ahmet Kaya, Paris’te sıkışmıştı ancak Türkiye’ye dönmesi pek çok nedenden dolayı tehlikeliydi. Bu ülkenin linç anlamında korkutucu bir yanı var. Hrant Dink’i bir sabah 17 yaşında bir çocuk öldürdü. Ahmet de bu anlamda çok hasret çekmesine rağmen, can güvenliği olmadığı için dönemiyordu. Bu bile acı verir insana. Nazım Hikmet’in erken ölümü, Yılmaz Güney’in mide kanseri olması da bundan değil midir? Bu insanları toplumsal bir nefretle heba ettik.

– Yıllar önce Siyaset Meydanı programında “Medyadaki korku imparatorluğunu yaşamış insanlardan biriyim” demiştiniz. Bir gazeteci olarak, bugün Türkiye medyasını esir alan korku imparatorluğuna dair neler söylersiniz?

– 90’ların başından 2000’lere, oradan da günümüz basınına geldik. Çok şeyler söyledim ama o zamanki basını bugünün basınına tercih ederim. Şuanda miting meydanlarında köşe yazarlarının hedef gösterildiği, lanetlendiği ve biraz özgürce kalem oynatan kişilerin tasfiye edildiği, medya patronlarının bu yüzden tedirgin olup arka arkaya kovma girişiminde bulunduğu bir dönemdeyiz. Ana akım medya iyice küçüldü. Ekranlara baktığımızda iktidar medyasını önde görüyoruz. Bugün Türkiye’nin yıldız pek çok televizyoncusu, gazetecisi ve yazarı belli gazete ve ekranlardan tasfiye edilmiş durumda. Bir kısmı kendi kabuğuna çekilmiş bir kısmı da tek bir gazete ya da televizyonda buluşmak zorunda kalmıştır. Basının özgürlüğünün tamamen kısıtlandığı bir zamanda yaşıyoruz.

– Basın tarihine bakıldığında, her dönemde basın üzerinde siyasal baskı görürüz ancak bu dönemde otosansür olgusu çok daha önde gözüküyor. Neden?

– Çünkü işsiz kalmayı göze alamayanlar var. Böylesi bir korku imparatorluğunun yaratıldığı dönemde, hakikaten korkanlar da var. 13 yıllık bu dönemde insanların çok kolay tasfiye edildiği, hapse tıkıldığını görüyoruz. Bazılarının da otosansürden başka çaresi kalmıyor. Bu doğru mu, değil. Bence insanlar en umutsuz dönemlerde bile umut aramalı. Hala özgürce yazı yazan, ekranlarda konuşan dostlarımız var ama ana akım medyada her gün bir köşe yazarının sansürlendiğini görüyoruz. İktidara fazla muhalefet edilmeyen bir dönem isteniyor. Birileri de kendi rahat koltukları ve keyifli ekranlarından olmak istemiyorlar. Yani, bu kadar tasfiyenin olduğu dönemde tasfiye edilmek istemiyorlar. Otasansür, “Ya yazarsam da koymazlarsa, kriz çıkıp da işimi kaybedersem” kaygılarıyla oluşur. Kimi de cesurca yazıyor ve ertesi gün de istifa ediyor. Medyada hala cesur insanlar var ancak cesaretin kırıldığı ve korkunun arttığı bir dönem yaşıyoruz. Genç basın mensupları tamamen umudunu yitiriyor. Burada ben sosyal medyaya sığınıyorum çünkü kimse onu engelleyemiyor. Bir ay engelliyor sonra açmak zorunda kalıyor. Soyal medya her bireyin özgürlüğünü sağlıyor çünkü hiçbir şey gizli kalmıyor artık. Antalya Film Festivalinde bir Gezi belgeseli yasaklandı. Basın bile bir yere kadar verebiliyorken sosyal medya patlıyor. Festival komitesi sıkıştırılıyor, binlerce tweetle jüri üyelerine istifa baskısı yapılıyor. Başka bir özgürlük ortamı oluşuyor.

– Antalya Film Festivali’ndeki sansür de dikkate alındığında, günümüzde muhalif içerikli belgesel çekmek neredeyse imkansız hale geldi. Devletin balerin ve baletler için tayt boyu genelgesi yayınladığı bu günlerde böylesi bir siyasal baskı varken, Türkiye’deki belgeselciliğin geleceğine dair neler söylersiniz?

– Ben burada da sosyal medyanın önemini vurgulamak istiyorum. Bu ülkede yüzde 60’lık bir muhalif kesim var bana göre. Bu insanlar dernekleri, sivil toplum kuruluşları ve lokallerinde faaliyetlerine devam edeceklerdir. Sosyal medya buna büyük bir imkan sağlıyor ve pek çok profil üzerinden ağlar kuruluyor. Bugün eğer Türkiye’ye dair tarihi, siyasi ve muhalif içerikli bir belgesel çekilirse, ana akım televizyonlarda yayınlanması artık zor gibi gözüküyor. 15 yıl Sabah gazetesinde yazı yazdım ve 10 yıl atv’de program yaptım ama şuan o ekranda benim görünmemi bile istemeyebilirler. Elinizden geldiği kadar sinema belgeseli yaparsınız, festivaller ve özel gösterimler olur, bağımsız sinemalarda gösterilebilir. Örneğin; Can Dündar bir Gezi belgeseli yaptı. Televizyonlarda fazla yer bulamasa da, bugüne kadar 100 salonda gösterimi yapıldı. Türkan Saylan belgeselinin 7 ayrı salonda biner kişilik gösterimi oldu. Olmadı YouTube’a yüklenebilir. Peki, belgeselin maddi kaynağı ne olacak? Görkemli harcamalar yapmadan da hikaye anlatılabilir. Antalya Film Festivali’nde bir Gezi belgeseli yasaklandı ve krizi hala devam ediyor. Belgesel yapılmasına en çok ihtiyaç duyulan bir dönemdeyiz aslında. Derli toplu bir hikaye anlatmak gerekiyor bu günlere dair.

– Gezi direnişinde Tayyip Erdoğan’la görüşen sanatçı ve aydınlar arasında siz de vardınız. 4 saatlik o görüşmede Başbakanlık’ta neler yaşandı ve o güne dair aklınızda kalanlar nelerdir?

– Gezi parkı sürecinde bizler neden Erdoğan’la görüşmeye gittik? Gezi eylemleri yoğun bir şekilde devam ediyor ve parktaki insanlar müthiş bir dünya selamı çakarken Mahsun Kırmızıgül, Levent Üzümcü, Halit Ergenç, bir komite oluşturulup İstanbul Valisine gidilmesini önerdiler. Çünkü parka her an bir polis baskını potansiyeli vardı. Komite böyle oluştu. Ben, Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü için Moskova’daydım. Ben döndüm ve komiteye davet edildim. Komitenin oluştuğu ilk gün yoktum ama Vali görüşmesine gittim. Hüseyin Avni Mutlu bizleri kabul etti ve Başbakanla görüşme fikri orada çıktı. Mahsun Kırmızıgül, Başbakanlık kaynaklarından randevu istedi ve randevu alındı. O güne kadar Hülya Avşar’dan tutun da Necati Şaşmaz’a kadar bir takım kişiler gitmişti görüşmeye ama “Gezi’yle ilgisi olmayanların gitmesi” olarak algılandı. Bizler Başbakana rica etmeye değil, dert anlatmaya gittik. Orada yanlışlar yapıldığını, meydanlarda yapılan konuşmalarda insanlara çapulcu denilemeyeceğini anlatmaya ve Gezi parkını destekleyenler olarak şikayetimizi dile getirmeye gittik. Nedir bu kışla ısrarı, neden insanlara karşı böylesi sert bir müdahale oluyor, konuşmak istedik. Benim kişisel olarak o ekipte yer alırken hayallerim ve kaygılarım bunlardı.

Hiç unutmam; sabah uçağıyla Ankara’ya gidecektik ve ben kötü uyandım. Dedim ki, “Taksim Dayanışması’ndaki arkadaşlarla birlikte gitmezsek haksızlık olur. Gezi parkını asıl onlar temsil ediyorlar ve onları da alalım.” Ben diğer arkadaşları ikna ettim ve uçak biletlerini iptal ettik. Can Dündar da vardı, Gezi parkına gidip Taksim Dayanışmasını bulduk. Başbakanlık kaynakları vasıtasıyla Gezi’den birkaç kişiyi de görüşmeye getirmek isteğimiz iletildi. Olur mu olmaz mı derken kriz çözüldü ve Gezi’den de 3-4 kişinin görüşmeye gelmesi kabul edildi. Akşam saatlerinde iki ayrı uçakla Ankara’ya gittik. Toplantı başlamadan önce, Taksim Dayanışması’ndan 2 kişi içeri alındı oysaki onlar 7 kişiydiler. Ben Başbakan Erdoğan’a “Sayın Başbakan, haftalardır Gezi’de eylemde olan kitlelerin temsilcileri var burada ve onların da konuşması gerekiyor. 2 kişi değil 7 kişiler, diğerlerini de içeri almanız gerekiyor” diye bir öneride bulundum. Orada da bir kriz çıktı ve “Oturacak yer yok, kim bunlar, bunlar solcu, girip burada konuşuyorlar” gibi tartışmalar yaşandı. Toplantının başındaki bu kaostan istifade hepsi içeri girebildiler. Toplantı başladı ve 4 saat kadar sürdü.

“Küçümseyici Bir Tavırla Karşılaştık, Yüzümüz Asık Çıktık”

– Herkes içindekileri söyledi. Polis ve istihbaratın Türkiye’nin dört bir yanından çektiği eylem görüntüleri bir araya getirilmiş, montajlanmıştı. 15 dakikalık bu görüntülerin miting meydanlarında kitlelere gösterilmesi düşünülüyordu. Bunun üzerine ben, “Sayın Başbakan, siz bu meseleyi çözmek mi istiyorsunuz yoksa germek mi? Bence duruma Başbakan olarak müdahale etmelisiniz, Ak Parti genel başkanı olarak değil. Bugüne kadarki söylemlerinizden vazgeçmelisiniz” dedim. Biraz gergin, içinde biraz hakaret kokan sohbetten sonra, Taksim Dayanışması’ndan arkadaşlar muhteşem konuşmalar yaptılar. Mimarlar Odası başkanı arkadaşımız kışla meselesini çok iyi anlattı. Şehir Planlamacıları Odası başkanı arkadaşımız olağanüstü şeyler söyledi. Sanatçı dostlar arka arkaya çok iyi konuşmalar yaptılar. Gergin, sevimsiz ama yararlı bir görüşme oldu. Kültür Bakanı Ömer Çelik, konuşmaları dinledikten sonra söz aldı ve şöyle konuştu: “Teessüf ederim. Meşru bir Başbakanı yok etmeye karşı dünyadan da alınmış kararla derin eylemin en küçük bir konuşmasını yapmıyorsunuz. Meşru başbakanı savunmuyorsunuz!” Ömer Çelik, bizi rencide eden bir konuşma yaptı, itirazlar yükselince de konu değiştirildi. Gezi parkının bir ağaç meselesi olmadığına, birilerinin biryerlerden düğmeye bastığına inanıyorlardı. Başbakan Erdoğan da “Dünyadan üzerime geliniyor. CNN International’ı görmüyor musunuz?” dedi. Küçümseyici bir tavırla karşılaştık ve yüzümüz asık bir şekilde çıktık.

Ancak bir nokta önemli. “Ne derseniz deyin, kışlayı yapacağım” diyen bir Başbakan, mahkemeden çıkacak kararı kabul edeceği, olumlu çıkması halinde bile referanduma götüreceğini söyleyecek noktaya geldi. Bu kararını da bizim iletmemizi istedi. Bunun üzerine sabaha karşı ekranlara çıktık ve Halit Ergenç, sözcümüz olarak durumu açıkladı. Bu da Gezi parkındaki insanları tatmin etmediği için eylemler devam etti ve sonrasında bildiğimiz olaylar oldu.

– 50 yaşınızda yeniden baba olduğunuzda “Arın bebekle hırslarımı azalttım” demiştiniz. Bu duyguyu biraz açar mısınız?

– Ben 50’mden sonra bir kez daha baba oldum. O yaştan sonra baba olmak çok güzel bir şey. Ben 24 yaşımdan buyana çalışıyorum. Çok yoğun çalıştım çünkü başarılı olmak ve alkış almak gibi hırslarım vardı. Tüm bu süreçlerde ikiz oğullarımla çok müthiş bir baba oğul ilişkisi kuramadım. Bunu itiraf etmeliyim. İleri yaşta olmak biraz farklı oluyor ve hayatın merkezinin aslında o küçük bebek olduğunu hissediyorsun. Artık daha az hırslanmak ve tırmanmak gerektiğini anlıyorsun. O bebekle yeniden büyümek ve daha fazla zaman ayırmak istiyorsun. Hırslarımı azalttım derken, “Çok güzel şeyler yaptım, daha ne yapacağım?” anlamında söylemiyorum. 28 yaşımda yaptıklarımdan, sabahlara kadar montajda kalmaktan çıkmak istedim. Artık 15 günde bir belgesel yapmayacağım. Sinirli olduğum zamanlar olabilir ama artık daha mülayim bir adam olmak istiyorum. Arın bebekle kitap okuyup oyunlar oynamak ve parka götürmek istiyorum.

– Arın bebeğin isim babası kıymetli Can Dündar. Bu süreç nasıl gelişti?

– Çocuğumuzun ismi Cem olsun dedim, sonra fikrimi değiştirip Güney olsun dedim. Eşim ise başka bir şey söyledi ve pek çok isim geçti. Bebeğin doğumuna 20 gün vardı ve biz işin içinden çıkamadık. Can’a “Sen güzel isimler bulursun, bir düşün” dedik. Bebek doğdu ve biz hala ismine karar vermemiştik. Birkaç saat sonra Can da hastaneye geldi ve yanında 29 sayfalık bir defter getirdi. 29 harfin her birine bir isim düşünmüş ve yazmıştı. Bizim için çok sempatik ve muhteşem bir hediyeydi. Eşimle göz göze baktık ve Arın olsun dedik. Biz büyüdük ve o kadar kirlendik ki, sanırım bu ismi seçmemizde arınmak refleksi de etki göstermiş olabilir.

1566370cookie-checkNebil Özgentürk’le “Bir Yudum Sohbet”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.