Sezai Bayar 52 yıllık gazetecilik serüvenini özetledi: “Zor zenaattır gazetecilik”

-Açık Gazetenin deneyimli ve üretken yazarlarından birisiniz. Burhan Felek Başarı ödülünü alan yarım asırlık bir gazeteci olarak, bu mesleğe nasıl, nerde ve niçin başladınız?

“Lise yıllarımda edebiyata yatkın olmamın, okul gazetesine öncülük yapmamın, şiire bulaşmamın ve bir de amatör tiyatroculuğa ilgi duymamım etkisi olabilir mesleğe başlamamda. Tabii ki en çok siyaset. Lise sonda 1960 ihtilali yapıldığında, Demokrat Partiye eğilimli olduğumuz gerekçesiyle kız-erkek 36 arkadaş bitirme sınavlarına İzmit Lisesi’nde değil, ülkemin değişik şehirlerinde girmek zorunda kaldık, çünkü bizlere eski DP’li, yani “Kuyruk” sıfatı yakıştırılarak sürgün cezası verilmişti. Ben Ankara’da Kurtuluş Lisesi’ni tercih ettim ve Başkent’te kalışımla sonuçlandı. İlk olarak DP’yi destekleyen Son Havadis Gazetesi’nin Ankara Temsilciğine başvurdum. Demorat Parti’nin amansız savuncularından Turhan Dilligil ve onun etrafında toplanan idealist bir kadro ile başlayan gazeteciliğimde, 1963’de ilk defa ölümle burun buruna geldim. Gazetemiz ihtilal yanlısı militan gençler ve CHP’liler tarafında, işyerimiz taşlandı. 30 bine yakın insan Güneş Matbaasını basmaya teşebbüs etti. Ellerimizde sadece gazetenin daktiloları vardı. Onlarla kendimizi savunmaya hazırdık. Ölümün yakınımıza kadar geldiğinin farkındaydık, son anda valilik olaya müdahil oldu. Ne yazık ki bu ve buna benzer üç vahim olay daha yaşadık.

1970 yılına kadar sırasıyla Son Haber, Tasvir, Adalet ve ve tekrar Son Havadis gazetelerinde polis adliye dahil değişik alanlarda çalışmamı sürdürdüm. Ekonomi alanındaki yüksek öğreniminden sonra yedeksubaylık ve daha sonra, 1973 başında Hürriyet çatısı altında Haber Ajansı (Sonradan adı Hürriyet Haber Ajansı oldu) Ankara Bölge Temsilcisi olarak 1987 sonuna kadar emekci olarak çalıştım. Bu dönemde Türkiye’deki önemli olayların içinde görevlendirildim. Kahramanmaraş olayı duruşmaları, Kayseri sel baskını, Varto, Sakarya, Gediz, Erzurum depremleri, Esenboğa Asala baskını, Çorum ve Konya olaylarında görev aldım. 1980 ihtilalinde Konya olaylarının, Erbakan ve arkadaşlarının yargılandığı davanın tek gazeteci tanığı olarak duruşmaya katıldım. 1987’de emekli oldum. Bir ay sonra aynı çatıdaki Tempo Dergi’sinde işe başldım 1994’e kadar mesleği sürdürdüm. Hürriyet’in el değiştirmesinden sonra NTV Ankara Haber merkezinde editörlük yaptım, Artı Haber Dergisi’nden sonra, Aydın Doğan_Mustafa Özkan ortaklığında çıkarılan Son Havadis Gazetesinde üç yıl boyunca 1998 sonuna kadar Ankara Temsilciliği görevini sürdürdüm.Tekrar Hürriyet ve Tempo’ya çağırıldım vve 2001’ye kadar sürdü aktif gazeteciliğim. Altı yıl Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesinde son sınıf öğrencilerine gazetecilik, dergi haberciliği ve ajans muhabirliği alanında dersler verdim. Şimdilerde yılda üç hafta Uğur Mumcu Araştırma Gazetecilik Vakfı’nda ders vermeye devam ediyorum. Bu arada gazetecilik anılarımı bir kitapta toplamayı başardım.”

-Ankara gazetecileri farklı mıdır? Ankara’da gazetecilik yapmak, Ankara’da gazeteci olmak nasıldır?

“Tabii ki çok farklı. Neticede ülke yönetilen bir şehirdesiniz. Yönetim aygıtlarının tamamı Başkent’te. Siz hiç ihtilallerin başkentler dışında, herhangi bir şehirde yapıldığını duydunuz mu?

1960 ve sonrası tüm darbeleri, darbe teşebbüsleri ve muhtıraları bu şehirde gazeteci olarak yaşadım ve muhabir olarak her alanda çalıştım. Polis muhabirliğinden Parlamento Muhabirliğine kadar. Istanbul gazeteciliğinde kentin valisi çok önemlidir ama Ankara’daki gazeteci için bir vali, “Yalova Kaymakamı” mesabesinde bile değildir. Öyle an olur ki, sizi arayan bir bakanın telefonuna o andaki işinizin yoğunluğundan çıkamayabilirsiniz. Ama İstanbul valisi sizi aradığında sanırım muhabirin eli ayağına karışabilir.

Ankara gazeteciliğinin beslendiği ana damar siyaset. Siyaset denince de akla entrika-yalan-üç kağıt- kaypaklık-yalakalık gibi sıfatların gelmesi doğal. Batılı ülkelerdeki siyasetin fıtratında bu kepaze nitelemeler yok ama, bizim siyasetcinin hazmetme kapasitesi zayıf. Ve her türlü çıkar ilişkileri yolsuzluk, hırsızlık, sahtecilik tavan yapar bizim ülkemizde.

Onun için muhabirin işi Ankara’da daha zordur. Doğruya ulaşmak, okuyuuculara doğru ve eksiksiz bilgiyi aktarabilmek için değişik kaynaklara, mümkünse ikiden fazla kaynağa ulaşmak zorundasınız. Kuşkulu davranmayı rehber edinmek zorundasınız. Siyaseti ağabeyiniz yapsa bile.Yoksa, haberiniz yaptığınız bir yanlışlık ve hata sonucu her an sakatlanabilir.

Tabii siyasetci ile gazetecinin arasındaki mesafe de çok önemlidir. 1960 sonrası Senato ve Meclis kulislerinde görev yapanlar belki acemiydiler ama gazeteci-siyasetci ilişkisi belli dengelere oturtulmuştu. Ne çok samimi ve cıvık, ne de kibirli bir üstünlük. Herkes belli mesafelerde durmak ve işini yapmak zorundadır bu meslekte. Gazetecinin bir siyasi eğilimi olabilir ama bunu kesinlikle haberinize yansıtamazsınız, yansıtmamalısınız. Aksi halde, bugünkü tabiriyle “yandaş” ve “ yalaka” olursunuz sadece, gazeteci değil. “Havuz medyası”sında attığınız kulaçlar hiç bir zaman sizi gazeteci yapmaz. Olsa olsa siyasetcinin ya da iktidarların papağanı olursunuz.”

-Peki gerçek gazetecilik ne zaman yozlaşmaya, bozulmaya ve zemin kaybetmeye başladı size göre?

“Bana göre 1983’de Özal döneminde. Yani yoğurdun süratle ekşimesi dönemi, Turgut beyin medyayı kontrol alma isteğiyle başladı. Medyanın yozlaşmasından ve bozulmadan tek başına ve sadece rahmetli Özal sorumlu ve günahkardır diyemeyiz. Günahın büyüğünü gazetelerin tepelerine oturmuş genel yayın müdürleri işledi. Tabii buna yeşil ışık yakan patronlar da…

Nedeni şu: Özal eleştiriye açıktı ama ailesine yönelik eleştirilere son derece kapalıydı. Zayıf halka olan eşi ve çocuklarına karşı korumacı olma duygusunu hayata geçirebilmek için medyaya el atmak gereğini duymuş olabilir. İlk işi şu oldu.

Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı döneminde, kendisini izlemek zorunda olan muhabirlerle muhatap olmadı. Amacı tepe yöneticileri avlamaktı. Muhabirleri muhatap “olur gibi” yaptı ama aslında her an elinin altındaki gazete genel yayın müdürlerini kullanmayı yeğledi. Belki “kullandı” yakıştırması ağır gelebilir ama gerçek bu. Özal nerdeyse bütün ulusal gazetelerin ertesi günkü manşetlerini, dişe dokunur eleştirileri akşamdan öğrenebiliyordu. Çünkü ulusal gazetelerin taşra baskıları, matbaalardan alınıp akşamüstü önüne konuyordu, ya da danışmanları gazetelerin özetlerini, nerede olursa olsun Özal’a muhakkak sunuyorlardı. Bu uygulamayı ancak gazete patronları ve genel yayın müdürlerinin onayı ile hayata geçirmek mümkündü. Özal da bunu sağlamıştı zaten.

Bugünkü AKP’nin basını kontrol raconundan pek farkı yok ama yöntem değişikti.

Özal herhangi bir ters haber-yorum yayınlandığında, taşra baskılarından bunu öğrendiğinde, anında genel yayın müdürüne telefonla ulaşıyor ve gerekli müdahele için “rica” da bulunuyordu. Kendisini arayan bir başbakan olunca genel yayın müdürünün yapacağı şey ne olmalı? Özür dileyerek Özal’ın hoşuna gitmeyen haberin doğru olduğunu savunmak olmalı değil mi? Hayır. Genel yayın müdürü başbakana muhataplıktan çok da hoşnut kalıyor, bunun karşılığında ya başka bir gün için özel haber koparma şansını elde ediyor, ya da patronun devletle olan işini kolaylaştırmak amacıyla bu “senli-benli” tabloyu yeri geldiğinde patronu lehine kullanabiliyordu.

Bir anlamda Özal’ın 1991’deki Irak savaşı çıkmadan önce söylediği “Bir koyup, üç alacağız” hayali, gazete patronları açısından gerçekleşme aşamasına gelebiliyordu. Özal, gazetelerin tepe yönetimleriyle kurduğu ilişki yanında, Ankara’da kendisini takip etmek ve haber yapmak zorunda olan muhabirleri de ihmal etmiyor, onların yanaklarından “makas” alıyor, şakalar yapıyor ve onlara dernekler kurmalarında öncülük etmekten geri kalmıyordu. Tabii eşi Semra hanım da gönül almada rol üstleniyor, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık muhabirleri Derneğinin çıkardığı yayın organlarına devlet eliyle bol sıfırlı paralı ilanları yönlendiriyordu. “Al gülüm- ver gülüm” dönemi başlayınca habercilik de aynı zeminde yapılmak zorundaydı.Taş bir kere yerinden oynamaya görsün…Gerisi gelir…”

-Türkiye’de gündemi, siyaset ve bürokrasi belirliyor. Dolayısıyla gazetelerin Ankara büroları çoğu zaman Türkiye’nin gündeminin belirlendiği yerlerdir diyebilir miyiz?

“Evet, bu doğru. Her ülkenin gündemi, yönetenlerin şehrinden belirlenir. Bu kaçınılmaz. Rejimin özelliği değilse de geleneği böyle. O yüzden Başkentler belirleyicidir ama habercilik ve yaşamsal alanda renkli değildir. Gri alanları fazladır. Doğal olarak entrikası da…”

– Ankara’da gazetecilik daha ilkeli, daha sağlamdır diyebilir miyiz? Ya da Ankara gazeteciliğinin geçmişten gelen bir geleneği vardır demek daha mı doğru olur?

“Başkentteki meslekdaşlarımız, gazeteciliğ ilkeli veya ilkesiz yapmaz. Çünkü hangi kentte olursa olsun, tüm demokratik ülkelerin he karşısında ister yerel ister ulusal olsun, gazeteci bizatihi ilkeli olmak zorundadır. Bunun aksi yok. Varsa da o gazetecilik değil. Dünyanın tüm demokratik ülkelerinde ne geçerliyse bizde de onun geçerli olması kaçınılmaz. Aksi halde AKP dönemindeki gibi ilkesiz-renksiz-sahte-menfaate dayalı bir gazetecilik dönemi yaşarsınız. Gazete patronları aileden bu mesleği devralmamışsa, hamurunda gazetecilk yoksa ve eğer oto satış bayii, müteahhit, tüpcü, kaportacı veya akü satıcıları gazete patronluğuna soyunmuşsa, zaten burada bir yanlış var dersiniz. Yani derin derin düşünmenize gerek kalmaz. Bu ister istemez bizi şu noktaya taşır. Medya patronu ve siyasetci kucak kucağa gelmiş demektir. Bu tablodan “dikensiz gül bahçesi” çıkar. Bu gazeteler de olsa olsa “ Sahibinin Sesi” gazeteleri olur ki, buna medya denemez.

İlkeli gazetecilik ve yayıncılık, ancak editoryal bağımsızlıkla gerçekleşebilir. Bir de yayın kuruluşu patronlarının sadece yayıncılık yapmasıyla mümkündür. Yani devletle işleri, ilişkileri olmamalıdır.

Tepe kontrolu bağımsız olarak yapılabiliyorsa, çalışanlar da ilkeli, tarafsız ve bağımsız çalışabilirler demektir. Bu çok önemli. Somut bir örnek vermek gerekirse, Simavi döneminde, 1982 yılında Anayasa’nın referanduma sunulması öncesi 1980 ihtilalinin güçlü paşaları Evren ve kuvvet komutanları 12 günlük yurt gezisine çıkacaklardı. Yaptırdıkları anayasayı halka anlatacaklardı. Rahmetli Çetin Emeç’in yönetimindeki Hürriyet üst karar vericileri, bu gezi sırasında izlenimleri yazmak üzere beni görevlendirdiler. Bir muhabir ve bir de foto muhabiri üç eleman Evren’i dakika dakika izleyecektik. Evren özel bir askeri uçakla, kuvvet komutanları ayrı bir özel askeri uçakla, gazeteci takımı yani bizler ise askeri nakliye uçağı ile geziye katılacaktık. Askeri yönetim gazetecilerin konaklama yerlerini önceden hazırlamıştı. Devletin göstereceği tesislerde kalmamız gerekiyordu. Ama mecburiyet yoktu. Dahası Evren ve yönetimi Hürriyet’ten görevlendirilenlerin de gösterilecek yerlerde kalacağını sanıyordu. Oysa bize, geziden önce harcamalarımız için sınırsız imkan verilmişti. Tahsis edilen yerlerde değil, beş yıldızlı otellerde kalabilecek, Evren’i izlemek için onların araçlarını değil, özel araçlar tutabilecektik. Nitekim öyle de oldu.

Gezinin daha ilk ayağı Trabzon’da gece verilen yemeğe çağrılıydık. Askeri tesiste verilecek yemekte iki ayrı salon ayrılmıştı. Subay salonu Evren ve arkadaşlarına, Astsubay salonu da gazetecilere. Yani birlikte yemek yiyemeyecektik. Bunun üzerine başta Hürriyet’ciler olarak üç-dört gazeteci yemeği terkedip dışarda, şehrin içinde herhangi bir lokantada yemeği tercih ettik. Bu çirkin uygulamadan haberdar olan Evren, yanlışlığı telafi için, danışmanı Ali Baransel ile kurmay başkanını görevlendirmiş, bizim yemek yediğimiz lokantaya gelerek dakikalarca dil dökmek zorunda kalmışlardı ama biz kararımızdan vazgeçmedik. Ertesi günkü Erzurum Orduevinde verilen akşam yemeğine ise Evren’in masasında tüm gazetecilere yer ayrılmıştı.

İlkeli gazetecik bence buydu. Devletin uçağına zorunlu olarak bindik ama onların “arabası”na binmediğimiz için onların “düdüğü”nü çalmak zorunda kalmadık. Son derece rahat ve nesnel biçimde gezi notlarını yazarken, böyle ilkeli ve dik durmasını her zaman başaran bir gazetede çalışmaktan gurur duyuyordum. Bu duruştan sonra Evren’in Hürriyet’e karşı tutumu ve tavrı hiç bir zaman olumsuz gelişmedi. Neticede demokrasiye geçiş döneminde tarafsız, yansız ve ilkeli habercilik yaptığımız biliniyordu.”

-Ankara’daki gazetecilerin görevleri arasında kulis gazeteciliği de vardır. Siyasi kulislerden haber çıkarmak nasıl bir yetenek ister?

“Evet çok da önemli bir soru. Siyasi kulislerden haber çıkarmak için kulağınızın çok delik olması gerekir. Eğer Parlamento muhabiriyseniz, meclis koridor ve kulislerini arşınlamanız, yeni haber kaynakları bulmanız, onların zayıf noktalarını keşfetmeniz gerekir. Duyduğunuz her kulis doğru olmayabilir. Bunu değişik kanallardan doğrulatmanız gerekir. Çok geveze milletvekilleri de vardır. Eğer bu geveze ve gece evinde bir iki kadeh atıp rahatlayan haber kaynaklarınız varsa, bu sizin için hazine demektir. Çünkü siyasetci de insandır ve içini dökmek ister. En iyi kulis haberleri geceleri aradığınız haber kaynağı olan siyaseticilerden çıkar. Ya da siyasi ikbal beklentileri boşa çıkmış mağdurlardan… Bakanlık koltuğu bekleyip, havasını alan siysetci ise her an içini dökmeye hazırdır sizin için. Tabii bu aldığınız bilgileri de başka bir kanaldan doğrulatmanız gerekir. Çünkü siyasetci de sizi tuzağa düşürebilir.

Tabii gazetede eğer gece nöbetciyseniz ve şansınıza biraz fazla alkol almış bir haber kaynağı sizi telefonla arıyorsa- bu bir milletvekili, eski genel müdür veya üst dereceli bir bürokrat da olabilir- bingo diyebilirsiniz. Çünkü iyi bir kulis haberi yakaladınız demektir.”

-En uzun çalıştığınız yer Hürriyet. Kimlerle çalıştınız Hüriyet’te? Hürriyet’te Ankara büronun ruhu nasıldı? Şimdi nasıl?

“Hürriyet bir okul. Tabii ki devamlılık ve istikrar isteyen bir okul. Yıllık izinlerimiz 54 gün olmasına rağmen 15 günden fazlasını kullanmazdım. Haftada iki değil, bir gün izin yapar, o günde büroya uğrayıp tüm gazeteleri gözden geçirirdim. Haberden kopmamak için gerekli bir görev bence.

Hürriyet özel haberleriyle ün yapmış bir gazete. İlk başladığım gün fazla heyecanlanmadım ama zamanla çok ama çok çalışmam gerektiğini anladım. Rahmetli foto muhabirlerinden eski Ulus Gazetesi’nde yıllarca İsmet Paşayı izlemiş olan Hüseyin Ezer, “Hürriyet’te göreve başladıktan sonra en az bir hafta elim titrerdi deklanşöre basarken. Heyecanımı hiç unutmam” demişti ki, haklıydı.

Hürriyet Ankara Bürosu Temsilcisi Oktay Ekşi ilk şefim oldu bu yayın organında. Genel Yayın Müdürüm ise rahmetli Nezih Demirkent. Her muhabirin sorumlu alanı belliydi ama bir boşluk ve izin günü oldugunda her muhabir bu boşluğu dolduracak nitelikteydi. Mesela Selma Tükel eğitimden sorumluydu ama enerji alanında da haber olunca koşardı. Ben uzun süre meclis muhabirliği yaptım. Bütçe görüşmeleri beni alanımdı. Siyasi haber deneyimim olduğu için bu alanda Ekşi kendisini rahat hissederdi. İşe başladıktan üç ay sonra Ekşi bana bir dosya uzattı ve “araştır” dedi. Bir yolsuzluk dosyasıydı. Maliye bakanlığı ve Gümrükler Genel Müdürlüğü alanlarını kapsıyordu. Dosyadaki ihbarlar ve iddialardan yola çıkarak bir ay boyunca taraflar ve iddia sahipleri ile devlete uzanan kısımları inceledim. Bakana ulaştım… Ancak haberde eksik parçalar vardı ve ben bunları yanyana getirdiğimde yine eksiklik ortaya çıkıyordu. Yolsuzluk yaptıkları iddia edilenler de bana ulaşmışlardı. Neticede bu haber beni tatmin etmemişti. Yazdıklarımı ayrı bir dosya halinde Oktay beye sunarken “Bu haber benim açımdan yayına hazır değil. Yani bu dosya bizi güç durumda bırakır. O açıdan içime sinmedi” dedim. Haberi servis etmedik.

Bir aya kalmadan benim eksik ve kuşkulu haberin, adını saklamak zorundayım, bir büyük ulusal gazetede manşetten verildi. Bilgiler benim elde ettiklerimden dahi azdı ama haber yayınlanmıştı. Oktay bey haberi okuduktan sonra “İnşallah haklıyızdır” demekle yetindi. Bu yolsuzluk haberi iki gün sonra tekzip edildi ve gazete mahkemeye verildi. Bir yıl sonra da tazminata mahkum oldu bu ulusal gazete. Bu benim her zaman kulağıma küpe oldu. Meslek hayatımda önüme doğru bilinen bir yolsuzluk haberi bile gelse yine kuşku duyarım ve bu tür kanıtlanması zor haberlerden kaçarım.

Bürodaki arkadaşlarla iş sonrası aile gibiydik. Birlikte yemeğe çıkardık ama konuşmalarımız yine siyaset üzerine olurdu. Yardımlaşma ön plandaydı. Kimse bir başkasının önüne geçmek için entrikaya başvuramazdı. Çalışma ahengi ve şevki son derece istikrarlıydı. Haber atlatmak, özel haber çıkarmak için yarışırdık. Tabii başka gazeteler tarafından haber atladığımızda da büroya girerken ayaklarımız geri geri giderdi. Mahcubiyetten çok “neden atlatıldık” sorgulaması ön planda olurdu. Özel haberler her ay ödüllendirilirdi. Yani maaş dışında bu haberlerin ödülleri bizler için son derece teşvik edici etki yaratırdı. Emeğin en iyi değerlendirildiği, çalışanan karşılığını fazlasıyla aldığı bir kurumdu Simavi çatısı. Arkadaşlarımın adına konuşamam, ihya olmuş değilim, bir tek kooperatif evim oldu ama Hürriyet’ten aldığım maaş ve ikramiyelerle iki evladımı kolejlerde, daha sonra da ODTÜ’de istedikleri bölümlerde okuyup başarılı olmalarında, hakları çok geçtiği için Simavi ailesine borcum çoktur.”

-Gazetecilik mesleği kadar, cesaret, fedakarlık, çile, hoş görü ve azim isteyen başka meslek dalı düşünemiyorum demiştiniz bir yazınızda. Bunlara bir şey daha eklemek gerek: Saygınlık yaratmak. En zoru bu galiba. Bu nasıl bir duygu?

“Evet bu meslek korkuyu kaldırmaz. Cesur olacaksınız. Bencilliği kaldırmaz, fedakar olacaksınız. Çile, mesleğin fıtratında zaten var. Öyle şartlar önüze çıkar ki, bazen ailenizi, çocuklarınızı unutmak, ihmal etmek zorunda kalabilirsiniz. Zaman çok önemli. Gün 24 saat ama meslek 25 saat.

Gazetenin ömrü 24 saat biterken, siz bir sonraki gazete için çalışmak zorundasınız. Yani popüler tabirle, gazetecilik 7/25 mesleği. 7/24 yetmez.

Saygınlık konusuna gelince. Tek cümleyle, eğer gazeteniz haberleri ile güvenilir, inanılırlığı, dik duruşu ve halka doğru haberleri aktardığı için saygın hale gelmişse, bir çalışan olarak siz de bundan nasibinizi alırsınız. Saygınlık akan suyun seyrini bşle değiştirir, açılmayacak kapıları açar. Gazeteler patronlarının zenginliği ve trajlarının fazlalığı ile saygınlık kazanmaz, tarafsız ve yayına müdahale etmeyen patronlar ve editoryal bağımsızlığa kavuşmuş yayıncılıkla itibar kazanır.”

-Gazetecilik eskiden bir güçtü. Dördüncü kuvvetti, şimdi aynı gücü yok. Artık sosyal medya, mobil medya sayesinde söylenemeyenler söyleniyor, yazılamayanlar yazılıyor ve herkes gazetecilik yapabiliyor. Yurttaş gazetecileri var artık. Bu mesleğimizi nasıl etkiliyor?

“Evet bu yeni alanların bir karşılığı var. 1974 İzmir toplantısında Avrupa’da renkli televizyonların yazılı basını etkilediği, kısa sürede gazetelerin çok renkli çıkmak zorunda kalacağı tartışıldı. Bu tablo içinde TRT’nin renkli yyına geçmesi halinde Hürriyet’i yüzyüze kalabileceği risklerin ne olacağı tartışmaya açılmıştı. Bu dönemin satışları etkilediği ortada. Ama telafisi zor bir tablo yaşanmadı. 1982’lerde Hürrriyet 800 bin satışla hayatını sürdürdü. Ne zamanki saygınlığını kaybetmeye başladı, satışlar da aşağılara doğru indi. Renkli TV’nin etkisi oldu olmasına ama sadece bu değil. Tek yazarlı gazeteler, ayda 20-30 kadar köşe yazarıyla çıkmaya başladı. Gazeteler halktan koptu. Bulvar tipi Hürriyet, kulvar değiştirmeye çalıştı, elitlerin, aydınların ve burjuvazinin gazetesi olmaya zorlandı. Halka dokunan haberler görünmez oldu. Hürriyet ve Milliyet el değiştirdikten sonra, medya devlet ihalelerine bulaştı. İtibar erozyonu süratle satışları etkiledi. 1970’lerde, 45-50 milyonluk ülkede 3 büyük ulusal gazete birer milyon satışla rekor kırarken, şu an 80 milyonluk ülkemizde Hürriyet 350 bin trajda. Eğer özel otobüs firmalarının satış ofislerinde bedava dağıtıldığını hesaba katarsanız, 300 binin altında bir satışı var demektir. Yazıktır, günahtır. Saygınlık sıfır, habercilik sıfır, inanılırlık sıfır, haliyle satışlar da sıfırlanmaya doğru gidiyor.”

-Eskiden ulusal gazeteler ve hatta yerel gazeteler çok önemliydi. Bu önem bugün ne durumdadır?

“Ulusal gazetelerin ne durumda olduğu ortada. İdeolojik olanlar dışında kalan iddialı ulusal gazete kalmadı sayılır. Korku, endişe, ileriyi görememe, geleceğe yönelik plan yapamama, ulusal gazeteleri uçurumun dibine doğru sürüklüyor. Eskiye dönüş zor. Yazılısı yanında görsel medya da çıkmaz sokakta. Ben sosyal medyanın, internetin gazete ve televizyonları çok fazla etkilediğini sanmıyorum. İyi mal, kötüyü kovar. Ama piyasada iyi yok. Yerel gazeteler ise beklendiği kadar ve son yıllarda serpilebilmiş değil. Devlet ilanlarıyla “besleme basın” huviyetiyle debeleniyorlar. Bazı büyük kentlerde ayakta kalmaya çalışanlar hariç yerel basın belki daha iyi bir mecra bulabilir. Ama özel sektörün desteği şart.”

-Peki tam da burada sormak istiyorum, dün gazete patronları, gazete yöneticileri nasıldı, bugün nasıl?

“1980 sonlarına doğru gerçek gazetecilerin, ailesinden gazeteci olanların piyadan çekilmesi, gazetelerin el değiştirmesi, üstelik yayın organlarının servet edinmek için bir araç gibi kullanılmasına yönelinmesi yayın dünyasına altüst etti sayılır. TV ve gazeteler ehil ellerde değil. Ceo’lar gazeteleri patronlarının istediği yönde kullanmaya çalışıyorlar. Emekciler sıfırlandı, sendikalar sıfırlandı. Patronlar ihale amaçlı gazete çıkarmaktan vazgeçmiş değiller. Gazete yöneticilerinin inanılır, güvenilir, çok satan, doğru haber veren, itibar getiren gazete yerine kendi küplerini doldurmaya çalışması ortamın hangi durumda olduğunun işreti. Benim bildiğim eski yöneticilerden hiç biri Boğaza nazır villa ve köşklerde oturma olanağı bulamadı. Zaten öyle bir hedefleri de yoktu. Emekcilerin ve muhabirlerin ise birer sosyal mesken edinmekten başka amaçları olmadı ki.”

-“Yaşadıklarım, yazmadıklarım” adlı kitabınızda neleri anlattınız?

“Bir anı kitabı. Aslında çok acele ederek yazdığımı sonradan fark ettim. Yaşadıklarımı özetlemeye çalıştım. Ama bazı meslekdaşlarıma gereksiz şekilde fazla yer verdiğiimi, bazılarına karşı ise hasis davrandığımı farkettim. İkincisini yazıp, eski yanlışlarımı düzeltmek, eski anıları eklemek de olabilirdi ama elim pek gitmedi.

-Sahi, romanınız “Kedi” ne durumda?

“Kedi aslında bir roman sayılmaz. Öykü diyebiliriz. Yaşanmış siyasi olay ve olayların kedi üzerinden kurgulanması. Aslında kitap bittiydi. AKP iktidarının ikinci yılına kadar olan ve ondan öncesi siyasetcileri hicveden yaşanmış bir hikayeydi. Karikatürist Nezih Danyal kedinin yaşadığı olayları son derece güzel hicvetti çizdiği karikatüleriyle. Kapakları bile hazır. 2006 yılında hiç bir yayınevi basmaya yanaşmadı. İktidarla karşı karşıya kalmak istemediler. Tanıdığım solcu arkadaşlar bile ürkek davrandılar. Kendi paramla yayınlamayı açıkcası içime sindiremedim. Yarım asırlık gazeteci gitti kendi parasıyla kitap bastırdı düşüncesi bile bana düşündürücü geldi. Kedi şu anda bana bakıyor. Ben de ona. Belki bir gün, belki çok yakında kitapçı vitrinlerine doğru yürümeye başlayabiliriz Mernuş adlı kedimle. Şu anda kendisi yanımda kıvrılmış yatıyor. Hüzünlü. Üzgün. Düşünceli…”

737110cookie-checkSezai Bayar 52 yıllık gazetecilik serüvenini özetledi: “Zor zenaattır gazetecilik”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.