‘Sığınmacı’ ve ‘mülteci’ terimleri karıştırılmamalı

Türkiye’ye her gün yüzbinlerce sığınmacı kaçak yollardan giriyor. Yüksek lisans eğitimi sırasında BMMYK Ankara ofisinde 4 ay staj yapan ve arkasından da ‘Kayseri’de Yaşayan İranlı Sığınmacıların Ulusal ve Dini Kimlikleri’ başlıklı tez hazırlayan Merve Çalhan, ‘sığınmacı’ ve ‘mülteci’ terimlerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini söylüyor. ‘Kendi ülkesini terk ederek üçüncü bir ülkeye gidip orada sığınma talebinde bulunan kişiyi sığınmacı; ilgili devlet otoritelerinin kişinin sığınma başvurusunu değerlendirdiği ve uluslararası ve iç hukuk kurallarını uygulayarak sığınma hakkını verdiği kişiler ise mülteci diyoruz’ diyen Merve Çalhan’la gazetemiz yazarlarından Sezai Bayar söyleşi yaptı.


-Türkiye’deki sığınmacıları araştırırken, neden özellikle Ortadoğu kökenlileri seçtiniz?


-Ortadoğu sosyolojik araştırma yapmaya çok uygun dikotomik bir sosyo-kültürel zemin.  Yani, stratejik hammadde olma özelliği taşıyan çok önemli yeraltı zenginlikleri ve rezervlerine sahipken, yoksulluk oranı oldukça yüksek bir coğrafya.  Dünya petrol rezervinin % 65’4 ü bu bölgede olmasına rağmen, bölgedeki insanların 1/3 günde 2 dolardan az para kazanıyor. Üstelik, siyasal, etnik ve tarihsel olarak son derece karmaşık bir sosyolojik yapıya sahip. Osmanlının dağılmasından sonra geçen bir asır içerisinde bölge bir türlü istikrar bulamadı. Düşünün ki, ABD kongresi 1957’de Ortadoğu’da barış ve istikrarı koruma başlığı altında Eisenower doktrini olarak da anılan bir kararı kabul etmiş. Yıl 2008.  Çatışmalar daha da şiddetlenerek devam ediyor. Türkiye’nin kültürel ve jeopolitik konumu itibariyle, Ortadoğu stratejik bir öneme sahip. Hemen yanı başımızdaki coğrafyada yaşanan etnik ve dini çatışmalara Türkiye’nin kayıtsız kalması mümkün değil.



-Türkiye’de yaşayan Ortadoğu kökenli göçmenlerin konumları nasıl?


-Türkiye’ye her gün yüzbinlerce sığınmacı kaçak yollardan giriyorlar. Bunlardan sadece 14000 kadarı BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine (BMMYK) başvuruyor. Türkiye’de (BMMYK) ya kayıtlı sığınmacılardan 6-7 bini Iraklı, 4 bin kadarı İranlı, 1500’ü Somalili, 1000’e yakını Afgan, kalanı diğer milletlere mensup. Her şeyden önce, Türkiye, tüm Ortadoğu ülkelerinden gelen göçmenler için tam bir mağduriyet bölgesi. 2. Dünya Savaşı binlerce insanı kendi yaşadıkları topraklardan uzaklaştırdı. Bunun üzerine uluslararası toplum mültecileri korumak için 1951 sözleşmesini hazırladı. Bu sözleşme, mülteci tanımı, mültecilerin yasal hakları ve sığınma talep ettikleri ülkedeki sorumluluklarını konu alır ve uluslararası mülteci hukukunun temel taşını oluşturur. O tarihte, sözleşmeye taraf olan devletler, mülteci krizinin kısa bir süre içinde ortadan kalkacağını düşünerek, sözleşmenin kapsamını daralttılar. Sözgelimi, sözleşme sadece 1 Ocak 1951 den önce meydana gelen olaylar sonucunda göç eden Avrupalı mültecileri kapsıyordu.  Türkiye de 1951 sözleşmesine zamansal ve mekânsal kısıtlamalarıyla taraf oldu. Böylece sadece Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğinden komünistlerin baskılarından kaçan bireylere mülteci statüsü verdi. 1967 Protokolü, 1951 Sözleşmesine imza atan tüm devletler mülteci zamansal ve coğrafi kısıtlamaları kaldırırken, Türkiye sadece zaman sınırlamasını kaldırdı. Türkiye için coğrafi sınırlama ise bugün hala sözleşme kapsamında.


-Araştırmanızda Türkiye İltica Hukuku’nda ortaya çıkan bir kavram kargaşasından bahsetmişsiniz. Bu kavram kargaşasının 1951 Sözleşmesiyle bir bağlantısı var mı?


-Kesinlikle. Sığınmacı ve mülteci terimlerinin birbirinden ayrıştırılması ve bu kavramların birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Prof. Dr. Kemal Kirişçi’nin de belirttiği gibi kendi ülkesini terk ederek üçüncü bir ülkeye gidip orada sığınma talebinde bulunan kişiyi “sığınmacı” olarak nitelendiriyoruz. “Mülteci” kavramı ise, ilgili devlet otoritelerinin kişinin sığınma başvurusunu değerlendirdiği ve uluslararası ve iç hukuk kurallarını uygulayarak sığınma hakkını verdiği kimseler için kullanılıyor. Konuyu sığınmacı konumunda olan kişilere göre değerlendirdiğimizde, devletlerin, bu kişilere vatandaşlığa kadar varan geniş haklar tanıdığını görüyoruz.Bunlar aslında iki ayrı kavram ancak Ortadoğu Ülkelerinden ülkemize sığınan göçmenler hiçbir zaman mülteci olamıyorlar. Sığınmacı olarak kalıyorlar, yani statüleri askıda ya da beklemede oluyor. Eğer Birleşmiş Milletler tarafından yapılan incelemeler sonucunda mülteci tanımına giren varsa, üçüncü ülkeye yerleştirilmeye çalışıyorlar. Çoğu Avrupa ya da Amerika’ya yerleştirilmek istiyor. Yani, Türkiye onlar için bir geçiş yolu ya da bekleme odası. Bu bekleme süreci bazen 10 ay bazen 6 yıl bile sürebiliyor. Türkiye’ de kaldıkları süre içinde yenilenebilir geçici oturma izinleri oluyor. Çalışma izinleri ise oldukça kısıtlı ancak işveren harçlarını ödeyip yabancı çalıştırma gerekçesini açıklarsa alabiliyorlar.


-Ülkemizde geçici olarak ikamet eden İranlı sığınmacıların sayısı nedir?


-İllegal yollardan da giriş yapanlar olduğu için kesin bir sayı söylemek pek mümkün değil. Ancak, UNHCR’ın her yıl hazırladığı ülke planlarına göre, Aralık 2009 itibariyle, Türkiye ‘de 2,750 İranlı mülteci, 3500 de sığınmacı olacak. Bu çok ciddi bir rakam.


-Alan araştırmanız için Kayseri’yi seçmenizin sebebi nedir?


-İranlı sığınmacıların çoğunluğu Kayseri’de ikamet ediyor. 1280 İranlı sığınmacı var Kayseri’de.


-Diğer İranlı sığınmacılar nerde ikamet ediyorlar?


-Devletin belirlediği 26 pilot şehir var fakat İranlı sığınmacılar Kayseri’den sonra en çok Nevşehir, Van ve Konya’da bulunuyorlar.


-Kayseri’de alan araştırması yaptınız. Bu insanlar nasıl hayatlarını idame ettiriyorlar? Nasıl geçiniyorlar?


-Sığınmacılardan çoğu, Türkiye’ye İran’daki birikimleriyle geliyor. Evini satıyor, arabasını satıyor ya da dükkânını satıyor. Bir süre bu para Kayseri’de onları idare ediyor en azından. Fakat daha şanssızları da var, bazıları da İran’dan getirdikleri paralarını insan kaçakçılarına kaptırabiliyor. Birikimlerini harcayınca da, Birleşmiş Milletlerin finansal yardımından faydalanıyorlar. Aylık ellerine oldukça cüzi bir miktar para geçiyor tabi statüsü belli olmayanlar bu parayı yalnızca tek bir seferliğine alıyorlar. Lokantalarda bulaşıkçı olarak çalışan kadınlar ve erkekler de var. Bazı kadınlar ev temizliğine gidiyor. Ne var ki, her işveren adil davranmıyor. Bazen, emeklerinin karşılılığını alamıyorlar. Bazı şehirlerde, belediyeler yardım ediyor. En azından aş evlerinde karınlarını doyuruyorlar. Valiliklere bağlı Sosyal yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının da cüzi yardımlar olabiliyor ancak düzenli bir yardım mekanizması yok ne yazık ki.


-Araştırmanızın başlığı Kayseri’de Yaşayan İranlı Sığınmacıların Çocuklarının Ulusal ve Dini Kimlikleri. Bu araştırmanın Türkiye’de bir ilk olduğunu belirtmişsiniz. Hangi açılardan bir ilk?


-Her şeyden önce, ben sosyolojik bir çalışma yaptım yani yaptığım gözlemlerde, sorduğum sorularda sosyolog kimliğimi öne çıkardım. Çocukların konuk oldukları toplum olan Kayseri’de ulusal ve dini kimliklerini nasıl kurguladıklarını yorumlayıcı sosyoloji metodunu kullanarak araştırdım, yani niteliksel bir çalışma yaptım. Onların yaşadıklarını anlamlandırmaya çalıştım. Böylece yaşadıklarının içsel dinamiklerini ortaya koyarak, esnek ve değişken bir kimlik inşası üzerinden analizler yaptım. Seçtiğim çocuklarla derinlemesine görüşmeler yaptım. Benden başka Türkiye’de yaşayan çocuk sığınmacıların sorunlarıyla ilgilenen Önder Beter var. Tezimde ‘Sınırlar Ötesi Umutlar’ adlı kitabından da bahsettim. Ancak, benim çalışmam Önder Bey’inkinden de farklı çünkü ben araştırma yapacağım konuyu daha spesifikleştirerek Kayseri’de yaşayan İranlı Baha’i ve Shi’i çocukların kimlikleriyle ilgili sosyolojik bir çalışma yaptım.


-Neden çocuk sığınmacıları tezinizin konusu olarak belirlediniz?


-Bunun çok nedeni var fakat her şeyden önemlisi yaptığım çalışma, çocukların içinde yaşadıkları toplumun pasif alıcıları olduğu önyargısını ortadan kaldırıyor. Benim çalışmamda yer alan çocuklar, sosyal yaşamlarının oluşturulmasından sorumlular. Yani, onlara sorduğum sorularla kendi potansiyellerini fark etmelerini ve çözülmelerini sağladım. 


-Bu çalışmayı anne-babalarıyla da yapamaz mıydınız?


-Kesinlikle yapamazdım. Bu çalışmadaki amaç, çocukların bastırılmış olan iç seslerine kulak vermek ve onları ortaya çıkarmaktı. Sığınmacı bir ailenin çocuğu olmanın ne demek olduğunu onların ağızlarından öğrendim.


-Yaptığınız çalışmanın, sosyal bilimlere ne gibi bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?


-Çocuk merkezli bir çalışma olduğu için, mülteci ya da sığınmacı çocuk çalışmalarındaki büyük bir boşluğu doldurduğunu düşünüyorum. Özellikle de Türkiye gibi yoğun göç alan bir ülkede, sığınmacı çocuklarla ilgili büyük bir bilgi zafiyeti var. Sığınmacıların çocuklarını etkileyen konularla ilgili onların düşüncelerine başvurmanın, sığınmacı çocuklarla ilgili spesifik bilgi boşluğunu doldurduğunu düşünüyorum. Bugün, pek çok sosyal bilimci fiziksel gelişimlerini tamamlamadıkları, bilgi ve tecrübe eksiklikleri olduğu için, çocukları sosyal bir araştırmanın merkezine oturtmak istemiyorlar. Ben yaptığım çalışmayla, bu önyargıyı ortadan kaldırmaya çalıştım.


-Çalışmanızda kaç çocukla görüştünüz?


-20 çocukla pilot görüşmeler yaptım fakat tezim 8 çocukla yaptığım derinlemesine görüşmelere dayanıyor.


-Baha’i ve Şi’i çocuklarla görüşmüşsünüz. Neden özelikle bu iki dini gruba ilişkin bir çalışma oldu?


-Öncelikle Bahailik nedir onu açıklamam gerekiyor. Bahailik, 19. yüzyılda Mehdi inancının uzantısı olarak İran’da doğmuş, birlik, eşitlik ve dünya vatandaşlığı gibi kavramların ön plana çıktığı hümanist ve barışçıl bir din. Bahailiğin kurucusu Ali Muhammed Shirazi, kendini beklenen imam olarak ilan ediyor. Shirazi öldükten sonra, Shiraz’inin destekçilerinden Bahaullah ortaya çıkıyor ve kendini Bab’ın belirlediği Mesih olduğunu iddia ediyor. Bahauullah’ın halefleri, Baha’i din metinlerini farklı dillere çevirerek Bahaismin İran’ı dışında da yayılmasını sağlıyorlar. Böylece yüzlerce ülkede yaklaşık üç milyon destekçisi oluyor Bahaullah’ın. Bahailer semavi dinleri ve peygamberlerini kabul ediyorlar ancak bir noktada İslami görüşle çatışıyor, çünkü Baha’iler, Bahaullah’ı, Hz. Muhammed’in selefi olarak kabul ediyorlar. Bu yüzden de Bahaism, İran’daki Shiiler tarafından sapkın bir din, siyonist ve İngiliz destekli bir politik hareket olarak görülüyor. Baha’iler toplumdan dışlanıyor, işkencelere maruz kalıyor ve hatta öldürülüyorlar. Bahailerin mezarlıkları tahrip ediliyor, evlilikleri ve boşanmaları tanınmıyor, üniversiteye girmeleri engelleniyor. Kısacası bütün yaşam hakları gasp ediliyor İran’da. Bu yüzden UNHCR, Baha’ilerin dosyalarına diğer başvuranlardan daha hızlı bir şekilde değerlendiriliyor ve 3. ülkeye geçmeleri daha hızlı oluyor. Yani, Türkiye’de fazla beklemiyorlar. Çünkü Türkiye’ye sığınan İran Bahaileri ya işkenceye maruz kalmışlar ya da işkenceye maruz kalma tehlikesi içindeler. İran’da onları toplumdan dışlayan Shi’i grup, Kayseri’de Baha’iler tarafından dışlanıyor. İşte bu çok önemli bir nokta.


-Yani Kayseri’de de Şii grup, Baha’iler tarafından dışlanıyor. Bu nasıl oluyor?


Türkiye’ye sığınan İranlılar arasında Baha’i grup çoğunluğu oluşturuyor. Kayseri’de de çoğunluktalar. Baha’iler çok fazla Türkiye’de beklemedikleri için, konuk oldukları toplumla bütünleşmek istemiyorlar ve yaşam alanlarını ayırıyorlar. Baha’iler için Kayseri’deki en önemli yaşam alanı ibadet ettikleri Mahfiller. Mesela aynı sokakta oturan Baha’iler her hafta sırayla bir Baha’inin evinde toplanarak mahfili oluşturuyor ve ibadetlerini gerçekleştiriyorlar. Mahfil’deki toplantılara çocuklar da katılabiliyor. Hatta çocuklar için İngilizce ve resim dersleri de oluyor. Baha’i çocuklar, Mahfillerde vakit geçirmekten büyük keyif alıyor.


-Şii çocuklar Mahfillerdeki sosyal organizasyonlardan faydalanabiliyor mu?


-Hayır. İşte tam bu noktada sığınmacıların grup için ayrımcılık konusu öne çıkıyor. Bahailer Şiileri Mahfillere kabul etmeyerek, adeta misilleme yapıyorlar.


-Çocuklar bu konuda ne düşünüyor?


-Görüştüğüm Şii çocuklar vakitlerinin çoğunu Türk arkadaşları veya diğer Şii çocuklarla geçiriyor. Baha’i çocuklar ise, genellikle Baha’i arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi tercih ediyor. Baha’i çocuklar, Kayseri’de yaşamaktan mutlular çünkü dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Hatta Kayseri’de Baha’ilik kamusallaşmış durumda çünkü parklarda bile ibadet edebiliyorlar.


-Şii çocuklar Kayseri’de yaşamaktan memnun değiller mi?


-Pek de sayılmaz zaten benim görüştüğüm çocukların çoğu dini baskılar nedeniyle İran’ı terk etmiş ailelerin çocukları. Çoğu Kayseri’yi dini baskıların görünürlük kazandığı bir yer olarak tanımlıyor. Yaptığım görüşmeler, Ramazan Ayı’na denk gelmişti. Kayseri’de de Nevşehir’de de görünür bir mahalle baskısı vardı. Öyle ki, sabah taze ekmek alacak fırın bulamama ihtimaliniz oldukça yüksek. Hatta çocuklardan biri bana, burada kendimi İran’da hissediyorum. Buranın İran’dan bir farkı yok demişti. İşte çocuklar, bunları gözlemleyebiliyor.


-Bu çerçevede düşünürsek, çocuklar dini kimliklerini nasıl kurguluyorlar Kayseri’de?


-Şii çocuklar arasında, dini aidiyetlere bağlılık azalıyor. Çocuklara sizin için bir İranlı olma mı yoksa Müslüman mı olma daha önemli diye sorduğumda, hiç tereddüt etmeden İranlı olmanın çok önemli olduğunu söylüyorlardı. Fakat, Baha’i çocuklar için durum biraz daha farklı, onlara göre Baha’i olmak çok daha önemli.


-Yani Baha’i çocukların ulusal aidiyetlerine olan bağlılıkları azalıyor mu?


-Tam olarak öyle sayılmaz. İran’da yaşadıkları onca kötü olaya rağmen, Baha’i çocuklar İranlı bir Baha’i olmaktan gurur duyduklarını söylediler. Gelecek planları arasında da, İran’a dönerek, İran’a hizmet etmek, ülkelerine faydalı bir vatandaş olmak var. Baha’i çocukların dini kimlikleri kadar ulusal kimlikleri de oldukça baskın.


-Sizi çok etkileyen bir şey oldu mu yaptığınız çalışma sırasında?


-Elbette. Tüm çocuklara gelecekte kendinizi nerde görmek istiyorsunuz diye sordum. Hepsi kendi hayallerinden bahsettiler. Kimi doktor olmak istiyor, kimi mühendis, içlerinden biri de Nasa’da çalışmak istiyor. Baha’i çocuklardan biri ise soruma şöyle cevap verdi: “Gelecekte kendimi Shiraz’ın ortasında görüyorum”. Bu gerçekten çok anlamlı bir cümle. Her şeyi ortaya koyuyor.


-Kayseri’de yaşayan insanların ve Kayserili çocukların sığınmacılara bakışı nasıl?


-Her ne kadar Türk vatandaşlarının çok yardımsever ve misafirperver davrandığı söylense de tablo o kadar da iyimser değil. Çocukların çoğu okulda çeşitli hakaretlere maruz kalıyor. Siz evinizde nükleer bomba saklıyorsunuz diyenlerden tutun da, siz dinsisiniz, kirlisiniz diyen çocuklar da var. Bu çok aşağılayıcı. Görüştüğüm Baha’i çocuklardan biri, sırf bu hakaretleri daha fazla duymamak için okula gitmediğini söylemişti. Yine görüşme yaptığım bir çocuk, Şii olduğu için, en samimi okul arkadaşıyla artık görüşemediğini çünkü arkadaşının ailesi Şii olduğunu öğrendiği için görüşmelerini yasakladığını söylemişti.


-Sanırım çocuklar çok fazla ailelerinin etkisinde kalıyorlar.


-Tabiî ki. Anne babaları evin içinde böyle konuşmalar yapmasalar, çocuklar da sığınmacı çocuklara karşı bu kadar önyargılı olmaz çünkü çocuklar anne ve babalarından daha çabuk sosyalleşip bulundukları ortama kolay adapte olabiliyorlar.


-Bu konuda kendi çocuklarının sığınmacı çocuklarla aynı okulun paylaştığı Kayserili ailelere bir mesajınız olabilir mi?


-Aslında göç bizim ülkemiz için oldukça önemli ve bilinen bir kavram çünkü Türk tarihi içinde göçün çok önemli bir yeri var. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan, çöküşüne kadar geçen süre içinde Anadolu hem göç alan hem de göç veren bir yer oldu. 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde de, işgale uğrayan bölgelerde bulunan Türk-Müslüman halk, işgal edilmemiş bölgelere doğru zorunlu olarak göçtüler. Türkiye bugün çeşitli sebeplerden ötürü ülkemize göç etmiş olan 310 bin kişiye ev sahipliği yapıyor. Bu yüzden de göçmen torunu olmanın ne demek olduğunu iyi bilen bir toplum bizimkisi. Mesela ben Selanik göçmeni bir anneannenin torunuyum.. Bizim toplum olarak oldukça aşina olduğumuz bu konuya karşı nasıl bu kadar duyarsız kalabiliyoruz? İşte benim kafamı kurcalayan soru buydu bu tezi hazırlarken. Çok uzak bir tarih değil, 1980-1995 yılları arasında yaklaşık 350.000 kişi siyasi sığınma yolunu kullanarak Türkiye’den Batı Avrupa’ya gitti. Bu yüzden de, en azından sığınmacılara ön yargılı yaklaşmalarının oldukça gereksiz bir kaygıdan ibaret olduğunu söyleyebilirim.


-Tezinizde, UNHCR’ın Ankara ofisinde dört ay staj yaptığınızı yazmışsınız. Orada yaptığınız stajın tezinizi hazırlamaya nasıl bir katkısı oldu?


-Açıkçası hiç olmadı. Ben böyle bir tez yazmak istediğimi söylediğimde kimse yardımcı olmak istemedi, çünkü sığınmacıların bilgileri gizli tutuluyordu. Bu yüzden de Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’ne (SGDD) gittim. Proje koordinatörü İbrahim Vurgun Kavlak, bana sığınmacılara ulaşmam konusunda çok yardımcı oldu. Bu çalışmayı SGDD olmasa gerçekleştiremezdim.


-Mültecilerin UNHCR Ankara ofisinin önünde toplanıp gösteri düzenlediklerini okuyoruz gazetelerden. En son da İstanbul Kumkapı’da Yabancı Şube Müdürlüğü Misafirhanesinde 786 kişi isyan çıkardı. Aylarca boş yere tutulup, aç bırakıldıklarını ve işkenceye maruz kaldıklarını söylediler. Acaba UNHCR üzerine düşen görevi yapmıyor mu?


-Bu tarz eylemler son günlerde sıklaşmaya başladı. Şunu söyleyebilirim ki, UNHCR yetkilileri ofisteki kurulu düzenin işleyişi için azami gayret sarf ediyorlar. Bir düşünsenize, Avrupa’daki Birleşmiş Milletler binasında 5-6 kişi çalışırken, Türkiye’deki ofiste 70 kişi çalışıyor.


-Kurulu düzenin işleyişinin devamı için çalışıyorlar derken ne demek istediniz tam olarak?


-Şöyle belirtiyim. Ben orda staj yaptığım boyunca kalıcı çözüm üretilmesine dair hiçbir şeye şahit olmadım. UNHCR’da genç, dinamik insanlar istihdam ediliyor ya da staj yapma imkânı sunuluyor. Acaba bu insanların fikirlerine başvuruyorlar mı? Bunu sorgulamak lazım.Genç beyinlere düşüncelerini açıklamaları için fırsat verilmesi ve bu açıklamaları önemseyerek dinleyecek yetkililer lazım. Türkiye’nin pek çok kurumunda olduğu gibi, UNHCR ofisinde de amaç sistemin bekasının korunması. Şöyle düşünün: Türkiye’de bir ilk teşkil eden bir tez hazırlıyorum. Bir Allahın kulu bana ulaşmaya çalışmıyor. Kimse merak etmiyor bu kız ne yazmış ne gibi sonuçlara ulaşmış?


-Daha çok hangi bölümlerden mezun olanlar istihdam ediliyor sığınmacılarla ilgili çalışma yapan yerlerde?


-Bu çok güzel bir soru. Bu noktada Türkiye’nin bir ayıbı daha ortaya çıkıyor. Şehir planlama, mühendislik, kamu yönetimi ve uluslar arası ilişkiler ilk aklıma gelen bölümler.


-Mühendislik ve Şehir Planlama bölümü oldukça ilginç geldi.


-Tabiî ki ilginç ve bir o kadar komik. Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya baktığınızda bu işleri sosyologlar yürütüyor. Merak ediyorum UNHCR’da çalışanlardan kaçı sığınmacılarla, göçmenlerle ilgili olan bilimsel yayınları ve makaleleri takip ediyor? Kaçı Behzad Yaghmaian’ı tanıyor? Bilimsel çalışmalar yapan bilim insanlarını takip etmeden bir adım ileriye gidemeyiz. Bunlar acı gerçekler. Ayrıca, iki elimizi kafamızın üzerinde bir ev çatısı oluşturacak şekilde birleştirerek de sığınmacıları koruyamayız. UNHCR Türkiye’nin ana sayfasına girin ne demek istediğini anlayacaksınız.


-En azından bizim de Birleşmiş Milletler İyi niyet elçimiz var. Muazzez Ersoy!


-Olmaz mı? İyilik meleklerinden geçilmiyor ülkemizde, ama iş reklâm yapmaya gelince. Yoksa mülteciler için turşu kurmakla da mültecilerin sorunları çözülmüyor.


-Şaka mı bu?


-Hayır, şaka değil. Muazzez Ersoy en son 2007 yılında geliri mültecilere aktarılmak üzere kendi elleriyle turşu kurmuştu. İyi niyet elçisi olmanın belirli sorumlulukları vardır. Buradaki amaç, ünlü isimlerle çalışarak, BM’in amacını geniş kitlelere duyurmaktır. Kendisi BM’in ahlak kaidelerine uygun bir insan olabilir ancak Angelina Jolie kadar yürekli midir onu sorgulamak lazım. Google’a girin, Muazzez Ersoy’un iyi niyet elçisi seçilmesi ile ilgili haberler şöyle ilerliyor: Muazzez Ersoy BM İyi Niyet Elçisi oldu, Muazzez Ersoy Mülteci temalı sergi açılışına katıldı, Muazzez Ersoy mülteciler için kendi elleriyle turşu kurdu, Muazzez Ersoy mültecilerin yanında böyle duygulandı, Muazzez Ersoy iyi niyet elçiliği görevi sonucunda mültecilerin yaşam koşullarını daha iyi öğrendiğini söyledi. M. Ersoy mültecilerle çıktığı sahnede hayat bayram olsa adlı şarkıyı söyledi v.s. vs. Ben de düşünüyorum savaşlar bitse, hayat bayram olsa, herkes el ele tutuşsa diye ama gözümü açıyorum her şey aynı. Bir de Angelina Jolie’nin yaptıklarına bakın. Ne demek istediğimi ve aradaki uçurumu anlayacaksınız.


MERVE ÇALHAN KIMDIR?


1982 yılında İzmit’te doğdu. Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü ilk girişimde kazandı. Üniversite’de okurken sivil toplum örgütlerinde aktif rol aldı. 2004 yılında staj için gittiği Hindistan’da üç ay kadınlarla ilgili bir sivil toplum örgütünde çalıştı. Türkiye’ye döndüğümde, Hindistan’da yaşadıklarımı anlattığı iki bölümlük bir yazı dizisi Cosmo Girl dergisinde yayınlandı. Sosyoloji bölümünü 2005 yılında bölüm birincisi olarak bitirdiğinde bir arkadaşının tavsiyesi üzerine ODTÜ’deki Ortadoğu Araştırmaları yüksek lisans programına başvurmaya karar verdi. Yüksek Lisans eğitimi boyunca o kadar çok sunum hazırladı ki, sonunda hazırladığı sunumlardan birini Amerika’nın Utah eyaletindeki Salt Lake Üniversitesi’nde sundu. Sunum yaptığı konu, Türkiye’de yaşayan İranlı mültecilerdi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Ankara ofisinde 4 ay staj yaptı. Stajı bittiğinde de tezini hazırlamaya koyuldu. Sonuç olarak ‘Kayseri’de Yaşayan İranlı Sığınmacıların Ulusal ve Dini Kimlikleri’ başlığı altındaki tezini tamamlayarak 2008 yılında ODTÜ’den mezun oldu.


 


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER


-Al babaanneni gel
‘2010 bitiş değil, başlangıç noktası olacak’
‘Tuzla dünyanın da vicdanı oldu…’
‘Stratejik maden borda geç kalındı’
İzzettin Önder: On soruda kriz
‘Çanakkale geçilseydi, Lenin devrim yapamazdı’
‘Sendikal haklarda dışa başka resim veriliyor’
‘Bir Fethullah Gülen devleti tasarlanıyor…’
‘Her midye yenilmez’
İsmail Çoban ile Aşık Veysel üzerine
Bozcaadalı bir Rum’un gözünde ‘Anayurt’
İstanbul’un en önemli sorunu yönetimidir’
‘Karadeniz’deki yokoluşa karşı çıkalım’
Dişli’ uyarı
‘Fotoğrafta görsel kirlilik oluştu’
Türkiye’ye 45 kez turist olarak geldi
‘Bir karşı devrim olmaktadır’
‘Turizm sektörü iyi başladı ama…’
‘Yerli turiste pahalı değiliz…’
‘Türkü giren eve kötülük girmez…’
Boris’in babası, dedesi Ali Kemal’i anlattı
‘KKTC turizminin sorunu ulaşım’
Antalya ormanlarına ‘turistik’ kıyım!
‘AKP’nin Alevi açılımı; evlilik içi tecavüz’
`Bugün ezilenlerin rüyası yok!`
‘Denizlerin talepleri hala Türkiye’nin temel ihtiyacı’
‘Antalya’yı kolay yağmaladılar’
‘Biz devrimciler büyük bir ailenin üyeleriyiz’
‘Abidin’in büyük sanatçılığı yeterince bilinmiyor’
‘Devrim artık şart olmuştur…’
‘AKEL’in zaferi, tüm ilericiler adınadır’
‘Türban MHP’nin taktiğiydi…’
‘AKP gecikmiş bir baroktur!’
‘Figuran değil müdahil olmalı’
İranlı yazar Erad: Aşk, Türk’ü, Kürt’ü sevmektir
AKP’nin Alevi sınavı…
“Çerkes Adil Paşa’nın tahsildarlık günleri”
Sıra şeytanda…
Selek: Feminist kitabevi Amargi bir okul…
İstanbul’un turizmi bu atölyede şekilleniyor
Neden Patara ve neden şimdi?
‘Terörün panzehiri ekonomik gelişmedir’
‘Türkmenlerin hakları, bizim Kürtlere de tanınmalı’
‘Mahalle baskısı değil, ideolojik baskı’
‘Meclis’teki partilerin kadın politikası yok’
‘Merkezde bir yeniden yapılanma olmalı… ‘
Fotoğrafın büyücüsü: Aykan Özener
Savaş karşıtı eylemlerin fotoğrafçısı: Hüsnü Atasoy
Uras: Desteği için Baykal’a teşekkür ediyorum!
‘AKP’yi sola karşı yaratanlar yok edecek’
Muhabirlerin telifle çalıştırılması yasalara aykırı’
Yeşiller bağımsızları destekleyecek
Türkiye sağlık turizminde atakta
‘Hayallere tanık olmak istedik’
‘İngiltere’de işkence yaptılar…’
Akın Birdal: CHP Kürt sorununu unuttu
‘Düşünceye militarizm de engel…’
Boyalı bank nöbetini terkeden ‘sosyalist’ asker
‘Kategorizesiz bir dünya hayalim’
‘Toplumsal varlıklar elimizden kayıp gidiyor’
Ermeni tarihçi: Asıl sorumlu emperyalizm
Hırant Dink: Ruh halimin güvercin tedirginliği
‘Vicdansızlığın İslamcısı, solcusu olmuyor…’
‘İsrail bir devlet değil, bir projedir’
Orhan Suda: Yaşasın edebiyat
Türkiye’nin Papa’ya sormayı unuttukları!
‘Sol hareketin çoğu kapitalizmin versiyonu’ VIII
‘Yurtseverlik karşılıksız ve zararlı bir taktik’VII
‘İslamcılar’la flörtü kaygıyla izliyoruz!’ VI
‘Türkiye’de antiemperyalist islami hareket hayal’ V
Liberal ve milliyetci savrulma yaygınlaştı IV
‘Siyasal İslam’la isbirliğine gitmeliyiz’ III
Dünya solu karamsarlığı attı II
‘Emperyalizme kurşun sıkanlar müttefikimdir’ I
Hayalet yazar Hüdai Nabit
Çitlembik ağacıyla söyleşi
‘Çocuğa şiddet, çok yaygın’
İran PKK’yi neden bombalıyor?
Serdar Denktaş: Mal mülk davaları en zor sorun
‘Kıbrıs’ta kısa dönemde çözüm olmaz’
Tayvanlı yazardan ‘Sıcak bir öpücük’
Merve Kavakçı: Dini bir mesele
Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
‘Beni en çok korkutan: Google’
‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
O bir ‘peynir avcısı’
‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova
Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
12 Eylül iddianamesine ne oldu?
Akın Birdal: Evren yargılanmalı
Hitler ile söyleşi…
‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
Türk solu titreyip kendine gelmeli’
‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
ABD işdünyasında çöküş…
‘ABD Anayasası Patara’dan’
Çocuklar öldürülmesin!
‘Bir Gün Mutlaka’
‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
Kaş’taki gözyaşı
‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
Devrim Bize Yakışırdı!
G-8 protestosundan gözlemler…
Başkalarının hayalleri…
Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
Fokları, katliamdan kurtaralım!
Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
Çocuk İşçiler
Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
Faşizm neden Almanya’da kök saldı?
Demirel davasında tekelci medya da suçludur

731870cookie-check‘Sığınmacı’ ve ‘mülteci’ terimleri karıştırılmamalı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.