Vicdanın milliyeti olur mu?

SUZAN BEYAZIT / LONDRA – Filistin halkının içinde bulunduğu çıkmaz aslında insanlığın içinde bulunduğu çıkmazı da tarif ediyor. Tarih ilerlerken medeniyetler de ilerler zannı bir kez daha yanılgısını kanıtlıyor. Gazze’de yaşanmakta olan dehşet Ortaçağ barbarlığından farksız değil.

Göz göre göre, bile bile bir vahşet yaşatılıyor Gazze’li halka. Adına ise “savunma hakkı” denilebiliyor. Batılı siyasetçiler koro halinde robot gibi ruhsuzca sürekli aynı nakaratı tekrar edip duruyorlar; “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır”.  7 Ekim’de hayatını kaybeden İsrailli vatandaşlara dair üzüntüler dile getiriliyor ama 75 yıldır her türlü tahribat ve şiddete maruz kalmış Filistinlilerin acıları akla gelmiyor.

“Frankfurt Okulu”nun kurucu önderlerinden ünlü filozof Theodor W. AdornoAuschwitz’de, kültürün başarısızlığa uğradığını felsefe, sanat ve tüm aydınlatıcı bilimlerin ve geleneklerin ortasında meydana geldiğini” işaret etmişti.

Theodor W. Adorno

2023 yılında, Gazze’de bir kez daha kültürün başarısızlığa uğradığına tanık oluyoruz.

Felsefe sanat ve tüm aydınlatıcı bilimlerin” orta yerinde aklın ve vicdanın kayboluşunun şaşkınlığını yaşıyoruz.

Bilimden felsefeye, edebiyattan sanata binlerce eserler üretmiş ve dünyaya öncülük etmiş bu kültürlerin siyasetçilerinin bu kazanımlardan uzak politikalarla dünyayı çıkarları doğrultusunda istedikleri yönde manipüle ettiklerine kerelerce tanık olduk. Peki o zaman bu olup bitene niye şaşırıyoruz?

Şaşkınlığımızın sebebi belki de artık bu siyasetleri gizlemeye ve gerekçe aramaya ihtiyaç duymayacak kadar ileriye gitmiş olmalarındandır.

İsrail’in desteklenmesinin deşifresi aslında çok açık; soykırım dahil olmak üzere İsrail’in yapacağı her türlü vahşeti, barbarlığı destekliyoruz. Çünkü çıkarlarımız bunu gerektiriyor demek istiyorlar ama biz buna inanmak istemiyoruz.

Nasıl bir ahlak?

İtalyan düşünür Niccolò Machiavelli’nin “Amaca giden her yol mübahtır” felsefesine “milli çıkarlar” söyleviyle dünyanın birçok ülkesinde hiçbir ahlaki rahatsızlık duyulmadan sahiplenilir.

Bu menfaate dayalı felsefenin doruklarda yaşandığı süper güçlerin hükümetlerinden vicdanlı bir söz beklemek saflık gibi görünebilir.  Ama yine de birçok hümanist felsefenin ortaya çıktığı, geliştiği ve ortak evrensel değerlere dönüştüğü bu ülkelerde, bu değerleri benimseyen siyasetçilerin tepki gösterebileceğini düşünenlerdendim.

Ancak, yarısı çocuklardan oluşan iki milyon Gazzeli masum halka İsrail’in bombalar  yağdırmasına ve tüm insani ihtiyaçlardan da mahrum bırakacak kadar gaddarca bir muameleyi batılı sosyal demokratların da destekleyebileceklerine ihtimal vermedim. Gazze’yle birlikte Batılı sosyal demokrat siyasetçiler de çıkar gruplarının temsilcisi siyasetçiler gibi bu “ortak değerleri” göz ardı ettiler.

Bu durum siyasetçilerden ibaret olsa bir yere kadar anlaşılabilir. Ama entellektüel ve akademik camia da bu “koroya ” katıldı.

Yaşayan önemli felsefecilerden Jürgen Habermas, hukuk profesörü Klaus Günther, felsefe profesörü Rainer Forst ve siyaset bilimci Nicole Deitelhoff ‘la birlikte ortak bir deklarasyonda bulundular. İsrail’in 7 Ekim Hamas saldırısından sonra başlattığı Gazze saldırısını “prensipte haklı” bir tepki olduğunu söylediler.

Habermas

Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde “Dayanışma İlkeleri” başlığıyla yayımladıkları ortak bildiri de İsrail’in saldırısının kasıtlı bir soykırımla kıyaslanmaması” gerektiğini ifade ettiler. Ayrıca Almanya’da artan Yahudi karşıtlığına dair endişelerini vurguladılar.

Bu ve benzeri tavırlar Noam Chomsky’nin bir sözünü hatırlatıyor. Çok yalın bir ifadeyle şöyle diyordu; “Filistin zengin değildir. O yüzden uluslararası arenada onu destekleyen arkadaşları yok. Aynen normal hayatta karşılaştığımız gibi.”

“Siyasal kültürün vicdanı” olarak anılan Habermas’ın tanık olduğumuz insanlık krizinde, bu karanlığı yaratanlardan yana tavır alması üzüntü vericidir. Elbette Yahudi karşıtlığına ses çıkarılmalı ama şu an yangın yerinin Gazze olduğu hatırlanabilirdi.

Filistinli çocuklar

Acil çözüm bekleyen iki milyon masum insana yalnız olmadıklarına dair sıcak bir el uzatılabilirdi. Çocukların yaşam hakkına dair insanlık olarak sorumluluklarımız olduğu dile getirilebilirdi. Bombalanan hastanelere, okullara ve bütün yaşamsal alanlara dair bir endişe duyulabilirdi. Ateşkese dair bir söz söylenebilirdi. Özellikle saldırılara destek veren ülkeler uyarılabilirdi. Uluslararası sözleşmelerin uygulanması için bir baskı oluşturulabilirdi. Bütün bu insani ve ve vicdani sorumluluklardan uzak soğuk, donuk ve ruhsuz bir beyanla hayal kırıklığı yaşattılar.

Erken doğan bebeklere güvenli ortam arayan çaresiz doktorları onlar da izlemiş olmalı. Ölen annelerinin başında ağlayan çocukları da!

Filistinli anne

Hastaneler, ambülanslar, okullar ve yaşam için gerekli olan bütün alt yapılar bombalandı. Doktorlar, gazeteciler hedef alındı. Binlerce masum çocuk öldürüldü. Nazileri aratmayan yöntemlerle iki milyon insan oradan oraya sürüklendi. Açlığa, susuzluğa ve sefalete mahkum edildi.

Bu kaybedilen hayatlar, kırılan onurlar, aşağılamalar, korkular ve yaratılan çaresizlikle birlikte uluslarası sözleşmeleri tanımamaya kararlı bir ülkenin, insanlık tarihine eklediği bu gaddarlığa “kasıtlı bir soykırım” denmeyecek de ne denilecek?

Nazi Almanya’sındaki Polonyalı Yahudi keman virtüözü Bronisław Huberman’ın çığlığı hala kulaklarımızdadır. Medet umduğu kültürel sığınakların yokluğuna isyan ediyordu. 1936 yılında özellikle ünlü orkestra şefi Wilhelm Furtwängler’i hedef alarak Alman entellektüellerine yönelik açık bir mektup yazmış kızgınlığını şöyle dile getirmişti;

‘Siz, “gerçek Almanlar”,  Almanya’yı ve insanlığı bu alçaklıktan kurtarmak için ne yaptınız?… Bütün dünyanın gözü önünde, Nazilerin işlediği bütün bu suçların gerçek suçlusu olarak siz Nazi olmayan suskun Alman aydınlarını suçluyorum …’  

Albert Einstein ve Bronislaw Huberman

Huberman’ın Nazi Almanya’sına dair hissettiği kızgınlık bugün birçoğumuzun Gazze’de olup bitene dair hissettiği kızgınlığın aynısıdır. Güçlüden yana tavır alanlara ve kötülüğe geçit verenlere duyulan kızgınlık!

Çok enteresandır. 1936’da mağdur olan Yahudi halkının, 1948’ten beri mağdur eden halk konumunda olması ise tarihin bir başka acılı bir öyküsüdür. Oysa o günlerin derin acıları daha dinmemişken, nasıl olur da bir başka halkın benzer acılar çekmesine izin verilir?

Yaklaşık 70 yıl önce Albert Einstein’in bir dostuna yazdığı mektupta böyle bir endişenin izleri vardır;

“Eğer Araplarla yüzleşmenin ve dürüst bir işbirliğine girmenin yolunu bulmayı başaramazsak, 2000 yıldan fazla süredir çektiğimiz çileden hiçbir şey öğrenememişiz ve bizi kuşatan kaderi hak ediyoruz demektir”

Einstein endişesinde haklıydı. Nitekim Filistin topraklarından küçük yaşlarda göç etmek zorunda kalmış Edward Said bir mağdur Filistinli olarak yıllar sonra durumu şöyle dillendirir;

“Avrupa anti-semitizminin kurbanı olan Yahudiler, Filistin’e geldiklerinde yeni bir kurban yaratmışlardır. Yani bugün kurbanların kurbanları olmaktan başka bir şey olmayan Filistinlileri. İsrail’in yaratılmasının Filistin’in yıkımı anlamına geldiği şeklindeki yürek parçalayıcı tarihsel gerçeği hiçbir şey hafifletmez. Kutsal topraklarda yeni bir halkın iktidara gelmesi, diğerinin boyunduruk altına alınması, müsadere edilmesi ve bastırılması anlamına gelmiştir. “

Edward Said

Oryantalizm ile ilgili düşünceleriyle Batı’nın Doğu’ya bakışına eleştirel bir perspektif kazandıran Kudüs doğumlu edebiyatçı, yazar Edward Said ailesiyle birlikte 1947 yılında göç etmek zorunda kalanlardandır.

Nazi kampları insanlığı derinden yaralamıştı. Unutulmaması gereken karanlık bir dönem olarak hala hafızalardadır. Adorno,“Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Bu söz Auschwitz’teki korkunç gerçekliğin ciddiyetle algılanmasına ve unutulmamasına dair bir uyarıyı içeriyordu. Çünkü Nazi Almanyasının insanlık tarihine açtığı yara derindi. Bu acının tarifi zordu. Ele alınacaksa bu konu bu ağırlığı hissederek ele almak gerekirdi.

Auschwitz’den sonra şiir de yazıldı, filmler de yapıldı, edebiyat eserlerine de konu oldu. Hatta Hollywood sinemasının en popüler konularından biri oldu dense abartı olmaz. Kimisi bu sözün ağırlığını içinde taşıyarak üretti ama bir de bu konuyu istismar ederek politik oyunların parçası olarak kullanan bir çevrenin varlığı da içler acısıdır.

2000 yılında yayınlanan “Holokost Endüstrisi” (The Holocaust Industry) kitabı başlığından da anlaşılacağı üzere Holokost’un nasıl bir endüstriye dönüştüğünü ve hangi amaçlar için kullanıldığını anlatıyor. Yazarı, Nazi kamplarından kurtulmuş bir anne ve babanın çocuğudur. Norman G. Finkelstein.  Amerikalı siyaset bilimci ve aynı zamanda aktivist olan Finkelstein’ı Adorno’yla ortak noktada buluşturan kaygı aynıdır. “Acının istismar edilmesi”.

Holokost Endüstrisi kitabının özetindeki şu sözler önemlidir;

“…Finkelstein Yahudi Soykırımı’nın, yani Holokost’un bütün acılarını yaşamış. Ama bir itirazı var. Ailesinin ve sevdiklerinin çektiği acıların istismarına karşı çıkıyor. Hele hele bu istismarın ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını meşrulaştırmak için kullanılmasına isyan ediyor.”

Norman G. Finkelstein

Kitabın “ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’daki politikalarını meşrulaştırmak” için kullandığı uyarısı önemlidir. Finkelstein’in bunu açık yüreklilikle ve cesurca dile getirmesinin nedeni adaletsizliğe ve haksızlığa karşı itirazıdır. Toplumunun suça bulaşmasını istemez.

Tıpkı 1948 yılında Einstein, siyaset bilimci Hannah Arendt ve Amerika’da yaşayan bir grup Yahudi entellektüelin New York Times gazetesine yazdıkları mektupta

uyardıkları gibi. Olacakların farkındaydılar.

Nazi faşistlerine benzettikleri Herut Parti’sinin işlediği suçlara dair uyarılarda bulunmuşlardı. Menachem Begin ve Herut Parti’sinin Amerika’yla ve oradaki siyonist lobiyle bağlarını güçlendirmelerini tehlikeli bulmuşlardı. Bugün ortaya çıkan tabloda bu endişelerinde ne kadar haklı olduklarına tanık oluyoruz.

İsrail’in Filistinlilere uyguladığı ayrımcı ve şiddet yanlısı politikalarını her fırsatta eleştiren gazeteci ve yazar Gideon Levy bir konuşmasında Yahudi lobisine dair rahatsızlığını şöyle dile getirir; “Bir Israilli olarak şunu söyleyebilirim; bizim yahudi lobisinden daha büyük bir düşmanımız yok.”

Gerçekten de öyledir. Acılar çekmiş halkı, acılar çektiren halk konuma taşıyan politikaları üreten, destek sağlayan ev sahibi halkı yok etmekten kaçınmayan, ırkçı bir lobidir.

Her ne kadar bu yazıda eleştirisini yaptığımız bazı Batılı entellektüeller, varlıklarını güçlüden yana göstermiş olsalar da, alternatif kanallarla halka doğruları anlatmaya çalışan çok ciddi bir muhalif grup olduğunu da hatırlatmak lazım. Bugün Batılı hükümetler ve onların yayın organları Filistinlileri de görme zahmetine eriştilerse bu cesur insanların verdiği mücadelenin ve meydanları dolduran halkların kararlılığının bir sonucudur.

Hükümetler ve çıkarları gelip geçicidir ama en zor anda her türlü tehlikeye rağmen doğruyu savunarak verilen çaba insanlığın bir parça daha yükselmesine katkıdır.

Dünyanın farklı ülkelerindeki insanlar tüm engellere rağmen vicdanlarının sesini dinleyerek meydanları doldurdular. Barbarlığa hayır diyerek umut ışığı oldular.

Vicdanın milliyeti olmaz, olmamalı.

2743170cookie-checkVicdanın milliyeti olur mu?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.