‘Yaşasın edebiyat’

‘‘Hiçbir şey elinde değildir insanın:
 Ne gücü, ne güçsüzlüğü, ne de yüreği.
 Açtığını sansa da kollarını, gölgesi bir haçtır onun.
 Paramparça olur avucunda sımsıkı tuttuğu mutluluk.
 Bir garip, bir acılı boşluktur günleri.
 Mutlu aşk yoktur.


 Bir başka kader için giydirilmiş
 Silahsız askerlere benzer hayatı.
 Çaresiz, kararsız kaldıktan sonra akşamları,
 Neye yarar ki sabahları erkenden uyanmaları.
 Söyle bunları bir tanem, tut gözyaşlarını.
Mutlu aşk yoktur.’’


– Orhan abi, Louis Aragon’dan 1964 yılında yaptığınız bu güzel şiir çevirisi böyle başlıyor. İnternet sitelerinde de diğer çevirilere göre daha fazla ilgi görüyor.  Aragon’un iddia ettiği gibi mutlu aşk yok mudur sizce de?
– Bu şiirin yayımlandığı dönemde, yani Paris Almanlar tarafından işgal edildiği İkinci Dünya Savaşı döneminde Aragon ’Yurt Sevgisi’ni dile getiriyor mutlu aşk yok derken. Oysa Aragon’la yazar-çevirmen Elsa Triolet arasındaki aşk derin bir sevdanın simgesidir. Aragon’un Elsa’nın Gözleri adlı şiirindeki dizeleri hatırlatmak isterim:


‘’ Öyle derinki gözlerin, içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm. . . ‘’


Aşk güzel şeydir Suzan.  Ama hoyratlığı, vefasızlığı, bencilliği kaldırmaz. Karşılıklı sevgiyi ve güveni gerektirir. Herkes başaramaz bunu. Cinselliğin azmanlaştığı günümüz dünyasında mutlu aşklar bir fantezidir artık. Kendi payıma mutlu bir aşk yaşadığımı, bunun otuz dört yıllık bir geçmişi olduğunu belirtmek isterim


– Özellikle şiir çevirilerinde şiir artık sadece yaratıcısının değil, aynı zamanda çeviriyi yapan kişinin de bir parçası oluyor. Yanılıyor muyum?
– Hayır, yanılmıyorsun. Çevirmenlik birçok bakımdan, yazarlıktan daha zordur. Yazar kendi dilinin efendisidir. Cümlelerini dilediği gibi kurar, bozar, düzeltir, değiştirir. Çevirmen ise, hem çevirdiği eserle, hem de kendi diliyle bir birliktelik içindedir. Üstelik çevirdiği eserde geçen bütün coğrafi ve tarihi yer adlarını da açıklayıcı dip notlarıyla okurların bilgisine sunmakla görevlidir. Kısacası, ansiklopedik bir bilgiye sahip olmalı, en azından, bir ikinci yabancı dil daha bilmelidir.  Eğer yeryüzünde çevirmenler ordusu olmasaydı insanlık yarı karanlıkta yaşar, geçmiş dönemler hakkında, ülkeler ve milletler hakkında hiçbir şey bilemezdi.


– Şiir, roman, anı, politik, mitolojik, felsefi ve sözlük çalışmaları gibi farklı alanlarda eserleri çoğunlukla Fransızca’dan çevirdiniz. Toplam olarak kaç kitap yayınlandı? Çevirdiğiniz kitaplar arasında hangileri üzerinde çalışmaktan daha fazla haz aldınız?
– Marksist eserlerin çevirileri (Marx, Engels, Lenin, Kautsky ve Troçki’den), yanı sıra  şiir, roman, öykü, destan  çevirileri olmak üzere toplam on bin sayfadan oluşuyor çevirdiğim kitaplar. Aralarında ingilizce aslından çevirdiğim H. E. Carr’ın Bolşevik Devrimi (I. ve II.  cilt, Metis Yayınları) bin sayfayı buluyor. Ernest Mandel’den Marksist Ekonomi El Kitabı (3 cilt, Suda yayınları) bin ikiyüz sayfa.  Robert Sabatier’nin İsveç Kibritleri (roman), Jacques Prévert’in Sözler’i (şiirler), Balthus’ün Anıları çevirirken bana büyük bir çoskunluk vermiş, beni tam anlamıyla büyülemiştir.


– Orhan abi isterseniz çeviriye başladığınız yıllara dönelim. 1940’lı yıllarda Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, evrensel, hümanist  yaklaşımların gözetildiği  baş yapıtlar ‘Dünya Edebiyatından Tercümeler’ adıyla yayınlandı. ‘Bir Ömrün Kıyılarında’  adlı kitabınızda, bu dönemde Türk edebiyatının büyük ustalarıyla karşılaştığınız ‘Tercüme Bürosu’ndan bahsediyorsunuz. Edebi eserlerin Türkçeye çevrildiği bu  tercüme bürosunda kimler vardı? Ve nasıl bir edebi atmosfer hakimdi?
– Bir Ömrün Kıyılarında da belirttiğim gibi, M. E. Bakanlığı Tercüme Bürosu kırklı yılların kalbur üstü yazarlarının, şairlerinin, felsefecilerinin birlikte çalıştıkları bir kültür yuvasıydı: Şair Orhan Veli, M.  Cevdet Anday, Oktay Rıfat, öykücü Oktay Akbal, eleştirmen Nurullah Ataç, şair-yazar Yaşar Nabi Nayır, kültür kumkuması ve beş yabancı dili sular seller gibi bilen Erol Güney, Bulgarcadan, Rusçadan çeviriler yapan Oğuz Peltek, Felsefeci Nusret Hızır, Yunanca ve Latince çevirmeni Azra Erhat, Tiyatro eleştirmeni ve Voltaire’in Felsefe sözlüğü’nün çevirmeni Lütfi Ay, çevirmen Vahdi Hatay, Suut Kemal Yetkin ilk ağızda aklıma gelen isimler. Hep birlikte, büyük bir dostluk havası içinde çalışırlar, sanat ve edebiyatın çeşitli konularında birbirleriyle bilgi alış verişinde bulunurlardı.  Bugün bile hasretini çektiğim eşsiz insanlardı onlar.


– Geniş bir alanı kapsayan bu eserlerin tercümeleri sayesinde düşünsel, felsefi ve siyasi konularda daha sorgulayıcı bir genç kuşak oluştu zannediyorum. Bu tercümelerin sizin şekillenmenize de bir katkısı oldu mu?
– Olmaz olur mu. Beni ben yapan çok değerli eserlerdi onlar.  Bu eserlerin çevirmenleri özkardeşleriymişim gibi ilgilenirlerdi benimle. Kültür mayam onlar ve bu eserler sayesinde karıldı.


– Köy, kent burjuvazisinin ve dini çevrelerin desteği ile başa gelen Demokrat Parti döneminde; Amerikan bağımlılığının ilk çekirdeklerinin atıldığı politikalara karşı duran edebiyatçı ve sanatçılardan oluşan aydın kesimin, muhalif seslerini, soluklarını kesmek için içeri alındıkları yasaklarla dolu 50’li yılları bizzat yaşayarak tanık oldunuz. İnsanlık dışı uygulamaların yapıldığı Sansaryan Soruşturmaları’na siz de maruz kaldınız. Tarihimizde unutulmaması gereken bu dönem nedense gözden ırak ediliyor! Sizin de 5 yılınıza malolan bu döneme dair neler söylemek istersiniz?
– Ellili yıllar Amerika’ya bağımlılığın, Marşal Planı’nın temellerinin atıldığı, mevcut düzeni sorgulayan aydınların komünistlikle suçlandığı,  Türkiye Gizli Komünist Partisi üyelerinin (168 kişi) Harbiye askeri cezaevine tıkıldığı,  beş on yıl içerde yatırıldığı, hapisten çıkanların işsiz bırakıldıkları, özgür düşüncenin kökünü kazımaya yönelik bir dönemdi. Bütün sonuçlarıyla yaşadım bu yılları. Korku dağları bekliyordu.  Beni canı gibi seven dayım, devlet memuru olduğu için, korkusundan tam on altı yıl benimle görüşmekten kaçınmıştı. Bir cadı kazanı kaynatılıyor, Köy Enstitülerinin, M. E.  Bakanlığı Klasikler Dizisi’nin dibine darı ekiliyordu. 


– Birçok yazarın, şairin  cezaevinde gece gündüz aynı mekanı paylaşmış olmaları,  beraberinde birçok unutulmayacak anıya da vesile olmuştur sanırım. Kimler vardı ve nelere tanık oldunuz?
– O kadar çok anı var ki o döneme ait. Kimler yoktu ki içlerinde: şair Ahmet Arif, Enver Gökçe, Arif Damar (Barikat), doktor Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Sevim Tarı, Ruhi Su, sosyolog Mübeccel Kıray, doktor İbrahim Kıray, mimar Şaban Ormanlar, Reşat Fuat, romancı ve senaryo yazarı Vedat Türkali (Abdülkadir Pirhasan), Halim Spatar. Gene de birlikte göğüsledik o zor yılları, ömür boyu devam eden bir kardeşliğin temelini attık o hapishane yıllarında. Videoda görüntüleyebilmek, her biri bir tarih olmuş arkadaşlarımın seslerini, konuşmalarını, şakalaşmalarını  kaydedebilmek isterdim bugünlere aktarmak için. Ancak o zaman tastamam anlaşılabilirdi yaşadıklarımız.


– 1973 yılında Suda Yayınları’nı kurdunuz. Özellikle Troçkist eserlerin çoğunlukta olduğu sosyalist düşünceye ait kitaplar yayınladınız. Bu dönemde, yayıncı olarak zorluklar yaşadınız mı?
–  Suda Yayınları (1973-1978) okurlardan büyük bir ilgi gördü. Temelde troçkist eserlere öncelik tanıyan yayınevi Cağaloğlu’ndaki yayıncılarla yazarların hemen her gün bir uğrak yeri ve politika-sanat  ağırlıklı konuşmaların merkezlerinden biriydi. Elli metre karelik terası Marmara’ya, mutfağı Boğaza bakıyor, semaver sabahtan akşama fokurduyordu. Demli çaylarıyla da ünlüydü yayınevim. Troçkist eserler yayınladım diye zorluklarla karşılaşmadım. O dönemde yayınevlerinin ortak sorunu paraydı. Yayıncılık henüz tekelleşmediği için, irili ufaklı yayınevlerinin her biri kendi meşrebince kitaplar yayınlıyordu. Sol eserlerin toplatılmasından, savcılığa çağrılmaktan, açılan davalardan Suda yayınları da nasibini alıyordu. Ama aşılmaz değildi bu engeller. Devrimci hareket en hızlı, en umut verici yıllarını yaşıyordu. Kitap toplatmalar, baskılar vız geliyordu. Geriye dönüp baktığımda Suda yayınları’nın önemli bir geçit olduğunu düşünüyorum. Güzel bir dönemdi yetmişli yıllar.


– Yine bu dönemde ‘Yeni Adımlar’ dergisini yönettiniz. Burada ilk defa olarak ‘Sabahattin Ali’ ödülünü gerçekleştirdiniz. Biraz bahseder misiniz?
– Sabahattin Ali Yarışması’nı sahibi ve yönetmeni olduğum Yeni Adımlar Dergisi düzenlemişti ilk defa.  Ödül kurulu öykücü-romancı Leyla Erbil, Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Cemalettin Aykın, Metin İlkin, deneme yazarı Vedat Günyol ve  benden oluşuyordu. Birincilik ödülü 3000, ikincilik ödülü 2000 TL idi.  O yıllarda çok önemli bir miktardı bu. TL’nin altın yıllarıydı.  Aynı dönemde Yunus Nadi ödülünü kazanana 5000 TL’sı ödendiğini de belirteyim. Kısacası, maddi bakımdan hatırı sayılır bir ödüldü Sabahattin Ali Yarışması ödülleri. Yeni Adımlar Dergisi çok okunan bir edebiyat ve kültür dergisiydi.  Lenin’in Stalin hakkındaki vasiyeti ilk defa bu dergide yayınlandı. Brecht’in Gerçeği yazmanın beş güçlüğü adlı ünlü yazısı da Yeni Adımlar’da yer almıştı.


– 1978 yılında Türkiye’deki hararetli edebiyat ortamını bırakıp, Fransa’ya yerleştiniz. Böyle bir kararı vermenizde neler etkili oldu?
– 1978’de Türkiye’deki hararetli edebiyat ortamını bırakıp Fransa’ya gitmemin asıl nedeni hazırlamakta olduğum Fransızca-Türkçe Genel Sözlük’ü oradaki zengin sözlükler ortamında daha da geliştirmekti. İki yıllığına gitmiştik.  Sonra dönecek yeniden yayın hayatına atılacaktım. Ama 1980 darbesi dönüşümüzü sekteye uğrattı. Biraz daha kalalım dedik. Bu bekleyiş beşinci yılını doldurdu.  1983’te BBC Türkçe Bölümü’nde çalışmam önerilince Londra’ya yerleştik.


– Orhan abi, sizi tanıyabildiğim kadarıyla, romantizmi seven bir insansınız. Bu endüstri ülkesinin mekanik, donuk ve betonlaşmış yaşantısını sevebileceğinizi pek zannetmiyorum. Çevirilerinizi Fransızca’dan yaptığınızı düşündüğümde, neden bir Akdeniz ülkesi değil de, insanların bir meta haline getirildiği bu toprak parçasını  seçtiğinizi doğrusu merak ediyorum?
– Romantizmi her zaman sevdim ama romantik değilimdir. Bence yanılıyorsun bu konuda.  Demek sende böyle bir izlenim yaratmışım.  İnsanı metalaştıran, bilgisayarda  bir veriler toplamına indirgeyen, onu hiçleştiren, heyecanlarını, hayallerini körelten, dünyasını karartan Londra’daki hayat tarzını hiçbir zaman içime sindiremedim. Bununla birlikte, burada uzun zaman yaşamak zorunda kalmamızın sebebi şu: BBC’de bir süre çalıştıktan sonra Istanbul’a dönerim diyordum. Fakat umduğum gibi olmadı. Troçki’nin Lenin adlı eserini çevirip yayınlamaktan 1976’da hakkımda 142.  maddeden sivil mahkemede açılan dava 1983’te gene sivil mahkemede 5 yıl hapisle sonuçlandı. Derhal tutuklanmama karar verildi.  Ve bu ceza Yargıtay tarafından da onaylandı. Bu durumda Türkiye’ye dönme umudum kalmadığı için siyasi sığınmacı oldum. O gün bugündür, yani 24 yıldır Londra’da yaşıyoruz çifte vatandaş olarak.


– Şu anda, Türkiye’de olmuş olsaydınız çok daha yoğun edebi, siyasal, sanatsal bağlar ve dostluklar içerisinde olacaktınız. Zaman zaman Türkiye’den ve ana dilinizin konuşulduğu entellektüel ortamdan uzak oluşunuzun  eksikliğini duyuyor musunuz?
– Yurdışında hep Türkiye’yi yaşadım ve yaşamaktayım. Türkçe benim cennet ülkem. Dünyanın en güzel dillerinden biri. Yurdumdan ve anadilimden uzak kalmanın burukluğunu hep duyumsuyorum. Londra’da gerçekten değerli Türk dostlarımız var.  Sevenimiz, sayanımız çok. Ama yetmiyor bütün bunlar. Günün birinde Türkiye’de mekân tutarsak dünyalar benim olacak.


– Biraz klasik bir soru olacak ama dünya görüşünüzü  etkileyen yazar ve düşünürler kimler oldu, bu akıcı ve şiirsel dilinizin oluşmasında hangi edebiyatçılar ya da  eserler sizi heyecanlandırdı ve etkiledi?
– Bu klasik soru kaçınılmaz oluyor galiba. Daha 13 yaşında Gogol’ün Ölü Canları’nı okuyan, sonraki yıllarda Rus ve Fransız yazarların eserleriyle beslenen, her zaman ve her yerde YAŞASIN EDEBİYAT  diyen Orhan Suda’nın Dostoyevski’den, Tolstoy’dan, Turgenyev’den, Puşkin’den, Çehov’dan, Victor Hugo’dan, Stendhal’den, Balzac’tan, Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’undan etkilenmemesi mümkün mü? Bugün bile dönüp dönüp okuduğum yazarların başında Çehov, Dostoyevski, Rosa Luxembourg, Ferdinand Céline, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim gelir. 


–  Orhan abi, isterseniz biraz da başka bir konu üzerinde devam edelim. Hayatı hep üstün başarı üzerine kurgulamışız.  Neden ‘sıradan  bir insan’ kalmak bazılarımıza çok ağır geliyor?  Neden hep bizden öncekilerin yarattığı (doğruluğu tartışılabilecek) değerlerin peşindeyiz.  Bir çoğumuz çocuğumuzun Mozart gibi olmasını dileriz oysa; Mozart  kaybedilmiş bir çocukluk ve gençlik döneminin ardından yarattığı değerlerin tadını çıkaramadan genç yaşta göçtü gitti. Her an bir göktaşının çarpmasıyla tuz buz olabileceğimiz bir evrende bu kadar çabalama bazen size de anlamsız gelmiyor mu?
– Evet, bir anlamsızlık kesinlikle var.  Hepimiz zaman zaman bir karamsarlığa, umutsuzluğa düşüyoruz. Tedirginiz çağımızdan, yaşadıklarımızdan. Savaşlardan, öldürülmelerden tedirginiz. Ama iyi ki tedirginiz.  Çünkü bize sunulanı kabul etmememiz, bize biçilen hayata karşı çıkmamız tedirgin olduğumuz içindir.  Ve de iyi ki kendimizi toparlayabiliyor, dünyamızı yaşanılır kılmaya kaldığımız yerden devam edebiliyoruz.  Yüce güzellikler vurgunuyuz bizler.  İnsanlık kaybettiği eşeğini bir gün mutlaka bulacaktır.


– Sanatla, edebiyatla uğraşıp derin, incelikli ürünler vermek isteyen insanların içinde olduğu bir ekonomik çıkmaz var. Genellikle ürünlerini büyük kitlelerle paylaşamadıkları için; ailelerinin ya da bazı kurumların desteğinede sahip değillerse geçim derdiyle başbaşa kalıyorlar… Yaptıkları iş bir lüks uğraş halini alıyor ve ekmek parası kaygısıyla sanattan uzaklaşmak zorunda kalabiliyorlar.. Çeşitli kişi ve kuruluşlarca desteklenenler de var ama bunun da sanatçının özgür üretimine olumsuz etkileri olabiliyor. Sizin, genç kuşaklarla bu konuda paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı?
– Senin de, eşin sevgili Sedat Sarıcı’nın da çok iyi bildiğiniz gibi, siz ikiniz başta olmak üzere, benim/bizim en yakın dostlarımızın büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyor. Onların dinamizmi, heyecanları, tasarıları çalışmalarıma ivme katıyor. Bununla birlikte, onlar, maddi şartlar genellikle ağır bastığı için, güçlükler içinde kıvranıyorlar.  Ve bu yüzden zaman zaman kendi sanat uğraşlarına yabancılaşıyorlar. Bu bizi gerçekten üzüyor. Müzisyen, şair, ressam gençlerin, her şeye rağmen, kendilerini geliştirmekten, yapmak istediklerini gerçekleştirmekten bir an bile geri durmamalarını önemle belirtirim. Aşılmayacak hiçbir güçlük yoktur benim inancıma göre. Öte yandan, işin kolayına kaçarak mutlaka şöhret olmayı istemekten, gazetelerde, ekranlarda boy göstermeye can atmaktan kaçınmalarında, Nazım Hikmet’in dediği gibi, durup dinlenmeden okumalarında sayılamayacak kadar çok yarar vardır.


–  Son yıllarda Amerika, İngiltere ve İsrail’in başını çektiği  ve diğer batılı ülkelerin ise utanç verici bir sessizlikle onayladığı savaşlar ve işgallerle karşı karşıyayız.  Bütün bu yaşananlara dair söylemek istediğiniz birşeyler var mı, sizce herkes üzerine düşen görevi yapıyor mu?
– Bu konuda bütün ülkelerde genel bir umursamazlık, bir boşvermişlik var. Giderek yılgınlığa dönüşen bir karamsarlık çöküyor insanların üzerine. Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk adlı öyküsünü hatırlatmak isterim. Herkesin bu kahrolası yönetimden kurtulmamız artık hiçbir zaman mümkün olmayacaktır diye düşünmeye başladığı anda, yetti be, ne olursa olsun diyen bir çobanın fırlattığı  tek bir öküz kemiği koca bir yöneticiler sırça sarayını, şangur şungur yıkıverir. Yeryüzündeki bu bezirgân saltanatı bir gün mutlaka sona erecektir. Yeter ki, herkes kararlı, inançlı bir yurttaş olarak kendi üzerine düşeni mutlaka yerine getirsin. Oktay Rıfat şöyle diyor bir şiirinde:


‘’Oğlum Ahmet
Mek parmak, mek parmak daha
Sonu selamet! ’’


– Bu son dönemlerde ‘eski solcu’ diye bir tanım sıkça kullanılmaya başlandı. Böyle bir tanımlama sağ kesimde görülmüyor. Sol çizgide düşünceleri olan ve onlarca ürün veren biri olarak, böyle bir tanımlamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Çıkış sebebi ne olabilir?
–  ‘’ Eski solcu’’, ‘’ dinazor ‘’ asıl kendilerinin imbikten süzülmüş görüşlere sahip olduklarını sananların yakıştırmasıdır. Aslında bir hayli haksız yakıştırma bu.  Bir Dinazorun Anıları’nı okumalarını söylemek onlara verilebilecek en iyi cevaptır.  ‘’ Siyaset sahnesinde su üstünde kalanlara itibar etmeyin.  Gerçekte, hafif oldukları için su üstünde kalmışlardır ‘’ der Balzac. 


– Sizleri ziyarete geldiğimizde bizlere hep güzel müzikler dinletiyorsunuz. Sohbetlerimizin büyük bir kısmı da yine müzikle geçiyor. Bu tutku nereden geliyor ve edebi ürünlerinizi nasıl etkiliyor?
– Dünyaya bir kere daha gelecek olsam, bestecilikte karar kılardım.  Müzisyen bir aileden geliyorum. Rahmetli annem sesi olağanüstü güzel bir kadındı. Ut da çalardı. Şimdi dünyamızdan göçmüş olan dayım Şeref Çayıroğlu bas baritondu, aynı zamanda çok güzel keman çalardı.  Türkiye’de 80 kişilik ilk büyük okul korosunu kurandı. İki dönem Ankara Devlet Konservatuarı müdürlüğünü yapmıştı.  Yeğenlerimin birçoğu sesi çok güzel insanlar. Çocukluğumda evimizde fasıl geceleri düzenlenirdi.  Gel de musikiye vurgun olma bu şartlarda.  Sevdiğim besteleri dinlerim çalışırken. Büyülü bir dünyaya ayak basmış gibi olurum. Yazılarım, çevirilerim ay ışığında yunmuş yıkanmış gibi olur.


– Orhan abi, bütün bu güzel eserlerin çıkabilmesi için size bu verimli ortamı sağlayan,  bizlerin de sevgili ablası, eşiniz Sevgi Suda…. Yaşamın getirdiği her türlü acı ve sevinci paylaşmanın yanı sıra; eserlerinizin üzerinde çalışırken birçok aşamada görüş alışverişinde bulunduğunuz, muhtemelen zaman zaman danıştığınız Sevgi ablamızla bir ömrü paylaşmak nasıl bir duygu?
– Uzun yol arkadaşım Sevgi Suda’yla bir ömrü paylaşmanın bahtiyarlığını yaşadım.  Benim hayat damarımdır o. Yarım, eksik bir Orhan Suda olurdum onsuz. 


BU SOĞUK HAVALARDA YAZI, GÜNEŞLİ GÜNLERİ ÖZLÜYORUZ.  DÜNYA HEP ILIMAN OLSA, SAVAŞLAR, ÖLDÜRMELER SON BULSA, ÇAYIR ÇİMEN GEZSE HERKES. TASASIZ BİR DÜNYADA SAPASAĞLAM YAŞASAK.  DOSTLUKLAR ÇINAR AĞAÇLARI GİBİ TA DERİNLERE KÖK SALSA, BU BÜYÜK MUTLULUK BİR GÜN GERÇEKLEŞSE.  VE DE BİZLER  GÖREBİLSEK BUNU DİYORUZ SEVGİ ABLANIZLA BİRLİKTE.


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER:


– Türkiye’nin Papa’ya sormayı unuttukları!
– Sol Kendini Arıyor VII: Ömer Laçiner
– Sol Kendini Arıyor VI: Hayri Kozanoğlu
– Sol Kendini Arıyor V: Aydemir Güler
– Sol Kendini Arıyor IV: Oğuzhan Müftüoğlu
Sol Kendini Arıyor III: Aydın Çubukçu
– Sol Kendini Arıyor II: Çiğdem Çidamlı
– Sol Kendini Arıyor I: Mihri Belli:
– Hayalet yazar Hüdai Nabit
– Çitlembik ağacıyla söyleşi
– ‘Çocuğa şiddet, çok yaygın’
– İran PKK’yi neden bombalıyor?
– Serdar Denktaş: Mal mülk davaları en zor sorun
– ‘Kıbrıs’ta kısa dönemde çözüm olmaz’
– Tayvanlı yazardan ‘Sıcak bir öpücük’
– Kavakçı: Başörtü, dini bir mesele
– Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
– ‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
– ‘Beni en çok korkutan: Google’
– ‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
– O bir ‘peynir avcısı’
– ‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
– Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova…
– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’ 
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
– Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
– Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
– Çocuk işçiler
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı? 
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur

730490cookie-check‘Yaşasın edebiyat’

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.