ayağınıza çelmesini takıverir arsızca… Ne yapacağını bilmeyen bir şaşkınlıkla kalakalırsınız. Bitmeyen gecelerin sırnaşık sarılmaları ıslak bir hayalet gibi çöreklenir üstünüze. İçinizin kuytularında; liseli bir kızın ekose eteği, şaşkın bakışları, dudaklarını amaçsızca ısırışları ve hayata dair bitmeyen bir merakla sorduğu sorular yağmur olup üzerinize yağar.
Bir avuç kül kalmıştır yalnızca elinizde yaşadıklarınızdan. Bir de, yaşamla ölüm arasında salınan kocaman bir soru işareti; nereye koyacağınızı bilmediğiniz. Birileri görmeden yok etmeyi beceremediğiniz bir çengel gibi asılır boynunuza.
Hayatın tırpanı, celladınızın iş görme aracıdır o soru işareti artık. İlk karşılaşmanın sarsıntısı, ilk yenilgi duygusunun çaresizliği, içinizi kemiren besili bir böcektir artık. Nerede, nasıl olursa olsun sizi yalnız bırakmayacak, ıslak soluğunu hep ensenize üfürecek bir hayalet dolaşır üstünüzde. Yol yorgunlarının sersemliği çöker üstünüze. Uyumak, sonsuza kadar uyumak istersiniz. Çünkü, ölümün ikiz kardeşidir uyku, annesi tarafından daha çok sevilen. Çünkü, tekrar dirileceğini bilerek ölüme yatmaktır uyku. Ölümü beklerken, sessizce her tekrarını ezberlediğimiz kusursuz bir prova…
Bu sessiz zamanlar, bu aldanışlar, bu sırnaşmalar, bu ruh dangalaklığı geçsin istersiniz. Gözünüzün önünde içinizi kemiren kurtçuklar, etinize çöreklenen larvalar; bir ruh terbiyecisi gibi kırbaçlarıyla dikilir karşınıza.
Bir sirk cambazına dönen ruhunuzu; vahşi seyircilerin, kana susamış gladyatörlerin ortasında bırakır. O anda çocukluğunuz dolanır ayağınıza. Savaş meydanında çocukluğunuzu silkeleyip ayağa kalkmak, vuruşmak isterken, bir garip seyyah peyda olur burnunuzun dibinde. Sözlerini bir türlü çıkaramadığınız, dilinize dolanan bir yarım türküyü söyler gibi fısıldar usulca kulaklarınıza ..
Bir yanılsama, bir ruh tutulması, bir esrik zamandır artık hayat. Ellerinizde yenilginin kılıcı, ayağınıza ansızın dolanan sözlerini bir türlü ezberleyemediğiniz çocukluk türküleri ve bir garip kılıklı seyyah. Ne geçip gitmek kurtarır sizi, ne de kalıp görmek. Yüzlerce yarım bırakılmış, ucundan biraz ısırılmış hayaller dolar gözlerinize.
Bir kum fırtınası, bir Ağustos sıcağı, bir zemheri ayazı yakar gözlerinizi. Bitmeyen yolculuklara çıkmak, yüzleri olmayan gövdelere karışmak istersiniz.
Çünkü; “yüzü olan her gövde yüzleşmeyi gerektirir kendinle.” Tarihsiz, belleksiz yüzsüzlükler daha çok çeker seni. “İşte şu gövde de benim gibi” diyebilmek için, yüzsüz gövdeler coğrafyasında gezinmektir biraz da hayat. Yüzü olmayan gövdelerden bir gövde seçersin kendine. O ellerin, yüreklerin, dokunuşların birbirine karıştığı arenada, karşılığı olmayan yüzler tarihine yazılır adın. Karşılığı olmayan yüzler tapınağına “zangoç” olma yarışıdır artık yaşadığın.
Her gün, çan seslerinin uğultusuyla koştuğun tapınağında vaftiz edilir adın; “Yüzü Olmayan Gövdeler Tanrısı” kutsar adını. Vaftizcinin elleridir artık senin yüzün. Görevin, miladi yalnızlıklar tapınağını ellerinle yaldızlamaktır artık. Kurtulursun; çocukluğunun o sözlerini bir türlü çıkaramadığın türküsünü mırıldanmaktan. O garip seyyah, o ölüm provası, o ruh işkencesinden.
Ne içinde kurutulmuş çiçekler sakladığın tahta kutu, ne yıldızlara değin yükselen şeytan uçurtması, ne de yüzünün adamakıllı kızardığı ilk kalp ağrısıdır artık yaşadığın. Ne sabahın ağarması, ne ay tutulması, ne de iyi kalpli bir melektir artık yolunu gözlediğin. Hepsi yüzsüz gövdeler tapınağına çıkan bir ahtapotun kollarıdır artık yollar.
Kendi deccalını bekleyen bir hırpanidir yüreğin. Kimliklerden bir kimlik, yaftalardan bir yafta asılır boynuna.
Artık tırnakların sökülmüş, ağrıyan yerlerin törpülenmiş, ellerinde “yüzsüz gövdeler tarihi” nin kutsal kitabıyla çıka gelirsin, yapış yapış bir Ağustos günü. Zihninde kutsal kitabından pasajlar; yüzünde, yeniden doğmanın donuk, kristal saydamlığı, dilinde tahrip gücü yüksek bir zehir; dokunsan, hemen taş kesilecek yüzler arasında dolaşırsın.
Yüzündeki saydamlık bir yanılsamadır artık. Bir iz, bir işaret, liseli bir kızın ekose eteği, gözlerindeki amaçsız telaş avutmaz seni artık. Dilindeki engerek zehrinden hemen tanır seni gövdesiz yüzler.
Onlar ki, sadece, yüzden ve yüzlerinin gerisindeki o korkunç zehirden ibarettirler. Gövdeleri, sabah ve akşam beraberlerinde taşıdıkları birer yüktür onların. Yüzlerinin altında, her gün oradan oraya taşıdıkları gövdelerini çürütme yarışıdır biraz da hayat. Ki, çürük gövde kokusuyla başları döner. Sessizce bir parça kapmak için bekleşirler kapı önlerinde. Başları ve yüzleriyle, her gün devinimsiz gövdelerini gömerler toprağa.
Hayat, kendi çocuklarını kemiren bir coğrafyanın, yazılı olmayan tarihidir artık. Ki, vak’anivüslerin, soytarıları tarihe gömdüğü bir avluda ilerlemektesin..
Bak işte, biri daha girdi avludan içeri ve kutsadı yüzsüz gövdeler tanrısının vaftizcisi adını.
Vak’anivüslere göre bu; “vak’a” bile sayılmadı…
___________
Yusuf Yavuz yazdı