Özür politikaları ve Türkiye (II)

Bir önceki yazıda, devlet başkanlarından hükümetlere, yurttaş inisiyatiflerinden özel ve dini kurumlara dek, resmî veya kamusal bir platformda özür dileyenleri niteliklerine göre 6 ayrı kategoride ele alan bir sınıflandırmaya işaret ettik. Açıktır ki, özür girişimlerinin bağlayıcılığı ve siyasal sonuçları en fazla olanlar ilk iki kategorideki devlet başkanları ve hükümetlerdir. Bunlardan çıkan bir özür ifadesinin, şahıslardan yahut türlü sivil toplum katmanlarından veya kuruluşlarından gelen bir özüre göre çok daha ağırlığı vardır. Özür talepleri de zaten öncelikle devletlere ve hükümetlere yöneliktir.

Ancak bu iki kategori arasında da bazı farklar yok değildir. Devlet başkanları ve diğer kamu yetkilileri, bazen beklenmedik bir anda ya da fazla bir ön hazırlığı olmaksızın, bir özür girişiminde bulunabilir. Devlet veya millet adına yapılmakla beraber, bu girişimlerde az ya da çok bireysel bir boyut olabilir. Oysa, hükümetlerden gelen bir özür, çeşitli devlet organlarında uzun uzun tartışıldıktan ve evrilip çevrildikten sonra ortaya çıkmış anonim bir sonuçtur. Daha önemlisi, bu tür bir özür genellikle yasa şeklinde çıkar ve belirli bir maddi tazminat öngörür.

Devlet başkanları veya yetkililerinin özürleri çoğunlukla hükümetlerinkine koşut gider, fakat arada bazı sapmalara da rastlanır. Örneğin, 2004’de Namibya’daki Alman elçisi bir tören sırasında, Harero kavmine yönelik 1904 – 1906 katliamlarında Almanya’nın rolünü kabul etmiş ve ülkesinin “sömürgeci geçmişindeki o karanlık sayfadan dolayı” özür dilemiştir. Elçinin bu özüründen, hükümetinin yakında bir özür ve tazminat paketi çıkaracağı beklentisi doğsa da, Almanya hükümeti bu yönde bir adım atmayı halen reddetmektedir.

Diğer kategorilerden farklı olarak, özür konusu çoğu hükümetin korkulu rüyasıdır, ya da en azından yakınına yaklaşmaktan hoşlanmadığı bir alandır, çünkü her şeyden önce ucunda bir tazminat vardır. Uzun yıllar kamuoyunda tartışılmasına ve azımsanmayacak bir destek görmesine rağmen, Amerikan hükümetlerini ve Kongre’yi Afrika kökenli Amerikalılardan özür dileme fikrinden caydıran, yüklü tazminatlar ödeme korkusudur. Türkiye’de de her türlü özür fikrine karşı çıkanların sık sık dile getirdiği bir korkudur bu: “Özür bedava olsa kolay! Ama ardından gelecek tazminat ve toprak taleplerine ne demeli?” diyerek, konuya maddî ve “pragmatik” yönden yaklaşanlar az değildir.

Özür fikrine doğallıkla en fazla direnç gösteren kategori olmakla birlikte, hükümetler nihayetinde bir özür girişiminde bulunmaya karar verdikleri zaman, tazminat meselelerini de hesaba katmak zorunda olduklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Tazminatlar genellikle, bir talep geldikten sonra değil, gelmeden önce karşılanır. Tazminat talebinde bulunmak kadar, tazminatların yetersizliğine itiraz ederek bir tür pazarlığa girişmek de, hak sahipleri için çok yıpratıcı bir süreçtir ve çoğu zaman sonuç vermez. Nobles’a göre, mağdur ve kurbanların yahut temsilcilerinin hükümetlere açtıkları davalar kaybedilmektedir, çünkü mahkemeler hükümetlerin egemenlik ve dokunulmazlık haklarını her türlü mülahazanın üstünde tutmakta, cürüm zamanının çok geride kaldığı (bir çeşit “zaman aşımı”na uğradığı) ya da, ilgili hükümetlerin sözkonusu cürümden doğrudan sorumlu olmadığı gibi gerekçelerle aleyhte karar vermektedirler. Uluslararası yargı organlarının kararları da, bu tür davalarda çoğunlukla aynı doğrultudadır.

Bu duruma tek istisna, savaş ve katliam suçlarıyla ilgili şirketler aleyhine açılmış davalardaki son gelişme trendidir. 1945’le 1995 yılları arasında özel şirket ve kuruluşlar aleyhine açılan Holokost bağlantılı 12 adet davanın tamamı reddedilmişken, 1995’ten sonra açılan davaların önemli bir bölümünde başarı elde edilmiş ve toplam 8 milyar dolarlık bir tazminat bedeli kazanılmıştır. “Tehcir” sırasında kaybolan veya öldürülen sigortalı Ermenilerin torunlarının New York Life sigorta şirketinden 2004’te tazmin ettikleri 20 milyon dolar bu rakamın dışındadır. Ancak bu davalardaki başarı trendi zikzaksız değildir. Örneğin, 2. Dünya Savaşı sırasında köle emeği kullanan Japon şirketlerine karşı yapılan türlü hukuk girişimlerinden bir sonuç çıkmamıştır. Aparteid rejiminden ve Namibya’daki Alman sömürge yönetiminden zamanında muazzam kazançlar sağlamış uluslararası holdingler aleyhindeki davalar ise halen devam etmektedir.

Nobles’un verilerine bakılırsa, ödedikleri tazminatların miktarları genelde hükümetlerin korktukları kadar değildir. Her halükârda, en cömert tazminatların bile hükümetlerin bütçelerini çökerttiği veya zorladığı görülmüş bir şey değildir. Sözgelimi, Yeni Zelanda’nın yerlilere ödediği 112 milyon dolarlık tazminat, ülke bütçesinde çok ufak bir kalem tutmaktadır. Diğer taraftan, Yeni Zelanda hükümetinin Tainui yerlilerine eskiden gaspedilmiş topraklarından yaklaşık 160 bin dönümlük kısmını iade etmesi de, ülkenin bütünlüğüne veya egemenliğine gölge düşürmüşe benzememektedir. En büyük tazminat örneklerinin başında gelen, Musevilere ve İsrail’e Almanya tarafından yapılan toplam 100 milyar DM’lik ödeme bile, Almanya’nın ekonomik cüssesinin yanında devede kulak kalmaktadır. Ölçülmesi mümkün olsa, kendi başına yeterince büyük görünen böyle bir meblağ bile, sebep olunan “zarar”ın yanında bir hiçtir; ama manevî yanı bir yana, bunun maddeten ölçülmesi zaten mümkün değildir. O anlamda tazminatlar, bir zararın hakkıyla karşılanmasından çok, “eski defterler”in kapatılmasına yarayan sembolik teşebbüslerdir.

Tabii tazminatları “veren”in de, “alan”ın da gözünde konu çoğu kez sadece sembolik olmanın çok ötesindedir. Tazminat miktarları, verenin gözünde büyüdükçe büyür; alanın gözünde de daima küçük ve yetersiz kalır. Bu basit fakat yalın denklemden hareketle, bir tarafın tazminat ödememek için özür dilemekten kaçındığı, diğer tarafın da sırf tazminat koparmak için özürde israr ettiği sonucuna kolayca varılabilir. Özür talep etme/ dileme alışverişinde, bu tür korku, kaygı ve saiklerin rolü elbette hafife alınamaz. Ancak durum daha karmaşıktır, zira özür dilemektense yüklü tazminatlar ödemeyi tercih edenler olduğu gibi, tazminatını aldığı halde özürde ısrar edenler de vardır.

Örneğin, ABD’de gerek federal gerek eyalet düzeyinde bazı kamu otoritelerinin, belirli Kızılderili kabilelerine dönük her hangi bir resmî özüre yanaşmazken, değişik dönemlerde toprak da olmak üzere aynî ve nakdî türlü tazminat ödemelerinde bulundukları görülmüştür. Bir diğer örnek, 1930’lu yıllarda Dominik Cumhuriyeti’nde iktidardayken 8000 Haitiliyi alelacele katlediveren Rafael Trujillo hükümetinin hikâyesidir: katliamın ardından Haiti, Trujillo hükümetini kınar ve resmen özür talep eder. Haiti’nin yanısıra ABD’den de gelen baskı karşısında Trujillo, bir “araştırma komisyonu” kurulmasını kabul eder. Fakat daha komisyon araştırmasına başlamadan, Trujillo Haiti hükümetine tazminat olarak 750,000 dolar ödemeyi teklif eder. Bu rakam, o dönemde o ülkeler için yabana atılmayacak bir miktardır. Sonradan çamura yatsa da, Trujillo bu paranın hiç değilse bir kısmını öder; fakat Haiti’den hiçbir zaman özür dilemeyecektir.
Haiti bu parayı kabul etmiş, mesele kapanmıştır. Fakat meseleler her zaman böyle kolay kapanmayabilir.

Kanada yerlilerinin bu konudaki tavrı örneğin, pek ender rastlanan bir durum değildir: ABD’de olduğu gibi Kanada’da da Kızılderililere bir takım tazminatlar ödenmişti. Üstelik, ABD’dekilere oranla bunlar daha “cömertçe” ödenmiş tazminatlardı. Dahası, ABD’dekilerden farklı olarak, hemen hepsine hayli yoğun bir “pişmanlık” ve “paylaşma” söylemi eşlik etmekteydi. Kızılderililerin görünürde bu tazminatlara fazlaca bir itirazı da yoktu; çoğu da memnun gibiydi. Buna rağmen, Kanada’da birçok Kızılderili kabile ve birlikleri, federal hükümetten net bir özür gelmesini yıllar boyunca inatla ve sabırla bekledi. Kendi sözcülerinin dokunaklı beyanlarından da anlaşılacağı üzere, Kızılderililerin “huzur”a kavuşmaları, bekledikleri özürün nihayet 2008’de Kanada başbakanından gelmesiyle mümkün olabildi ancak. Açıktır ki pekçok mağdur ve kurbanın gözünde, tek bir özürün hiç bir maddî tazminatın karşılayamayacağı ayrı bir değeri vardır. Bazılarının gözünde, “bedava” ya da “ucuz” bir jest olmak şöyle dursun, koca bir dünyaya bedel olabilir tek bir özür. Meselenin bu çok önemli psikolojik boyutu, “özür özür diye tutturduklarına bakma, o bir bahane, asıl istedikleri başka” diyen külyutmaz “gerçekçiler”in her nasılsa görmediği veya görmek istemediği bir gerçektir.

Nobles’ın çalışmasından çıkan genel sonuç kabaca şöyle ifade edilebilir: özür talep etme/dileme pratikleri, günümüzde demokratik toplumların olağan iletişim süreçlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Özür dilemek, dünyanın sonu değildir. Özür dilemekle devletler ne batmakta, ne de egemenliklerinden ve onurlarından birşey kaybetmektedirler. Tersine, gerek kendi toplumları önünde gerek uluslararası planda imaj ve prestijleri artmaktadır. Ne var ki, geçmişlerinde özür dilenecek fazlasıyla neden olmasına rağmen, en demokratik toplumlarda bile devletlerin resmî özür noktasına gelmesi kolay değildir. Özür lehinde oluşmuş kamuoyları olan devletlerin dahi bu noktaya gelmeden önce uzunca bir dönem ayak sürüdüğü görülmektedir (Sözgelimi, arkasında % 75’lerde gezen çok güçlü bir lehte kamuoyu desteği olmasına rağmen, Kanada hükümetinin Kızılderililere dönük bir özür fikrini çok uzun bir süre evirip çevirdiği iyi bilinmektedir). Kamuoylarının önüne geçip inisiyatif alan devletler ise çok nadirdir; bunlar da zaten, Almanya ve Japonya gibi, günahlarının gün gibi ortada olduğu, savaştan yeni ve yenik çıkmış devletlerdir. Nobles’un gözlemlerinden çıkan bir sonuç da budur.

Geçenlerde bir gurup emekli diplomatın “Ermenilerden özür dileme” kampanyasına gösterdikleri ölçüsüz tepkiye bakılırsa, sanki yeryüzünde özür taleplerine mazur kalan tek ülke Türkiye’dir ve bir özürle vatan elden gitmektedir! Bu kıstırılmışlık ve kuşatılmışlık havası içinde o açıklama ve suçlamalarda bulunabilmek için, Nobles’un ele aldığı gerçeklerin tamamından bihaber olmak gerekir (diplomatların kampanya katılımcılarına yönelik ithamlarını ve bu ithamlara kaynaklık eden yaklaşımları www.acikgazete.com’daki ayrı bir yazımda eleştirmiştim). Oysa bu gerçeklerden öncelikle haberdar olması gerekenler diplomatlardır. Nitekim, fazla sesi duyulmamakla beraber, Nobles’un ortaya döktüğü bilgilere ve çok daha fazlasına sahip olan, bu bilgiler çerçevesinde konuya soğukkanlı bir şekilde yaklaşan ve düşünce üreten diplomatlar da vardır Türkiye’de. Şimdi, bu diplomatlarımızdan birinin Türkiye’nin önündeki özür sorunuyla ilgili bazı analiz ve önerilerine değineceğim.

641040cookie-checkÖzür politikaları ve Türkiye (II)
Önceki haberErgenekon ve üç portre…
Sonraki haberKaçaklar için yürüdüler
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.