AB ve Türkiye – Pragmatizmin dayanılmaz ağırlığı

Avrupa Komisyonu başkanı Jose Manuel Barroso’nun deyişiyle, ‘başbakan Erdoğan, bütün konuları açık yüreklilikle ve sözünü sakınmadan konuştu, endişeleri giderici güvenceler verdi’.

Hem Türk hem de Avrupalı kaynaklar, görüşmeleri hararetli diye tanımladı.

Diplomasi dilinde bu, Avrupa Birliğinin kaygılarını kapalı kapılar ardında ama kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ifade ettiği anlamına gelir. Endişe yaratan konuların başında da herşeyden önce yargıyı ilgilendiren gelişmeler var. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yapısında öngörülen değişiklikler, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrımı, öncelik verilen noktalar oldu.

Başbakan Erdoğan’ın bu temel ilkelere saygı duyduğuna dair Avrupa Birliği’ne güvence verdiği açıklandı. Erdoğan’dan da kendisine sorulduğunda da Avrupalı dostların bazı tavsiyelerde bulundukları ve bunların dikkate alındığı cevabı geldi.

İşte Brüksel’de tam bu konuşmalar yapılırken, Türkiye’de 97 hakim ve savcının görev yerleri değiştirildi.

Başbakan Erdoğan da üst düzey Avrupa Birliği yetkilileriyle toplantıları ardından yaptığı açıklamada, HSYK’nın yeniden yapılanması planlarından vazgeçmeyeceğini bildirdi.

Başbakanın ısrarla vurguladığı Avrupa’da yüksek yargı için standart bir model ya da formül olmadığı görüşü, Avrupalı yetkililer tarafından kibarca bir kenara itildi.

Gerçekten de Avrupa Birliği ülkelerinde tek bir modelden sözedilemez ancak bütün üye ülkelerde yargının bağımsızlığı ve kuvvetler ayrımı, tartışmaya yer bırakmayacak temel prensipler olarak kabul görür ve uygulanır.

Türkiye’de hükümetin yargı üzerinde denetim kurma girişimleri, ne kadar iyi savunulursa savunulsun, Avrupa Birliği’nde sempatiyle karşılanacak bir yaklaşım değil. Fakat yasama organları ve polis teşkilatına, siyaset dışı dini bir cemaat tarafından uzun erimli ve sistemli sızma girişimi de Avrupalılar için aynı ölçüde kabul edilemez bir durum.

Avrupa Birliği çevrelerinde, haklı olarak bir taraftan hükümetin hukuk dışı uygulamaları kınanırken, bir taraftan da Türkiye’de yargının gerçekten de bağımsız ve tarafsız olmadığına dair şüpheler güçleniyor.

Tabii, bunu çok daha önceden farketmiş olmaları gerekirdi. Ergenekon davası sırasında, gazeteciler, siyasiler, eleştirel sesler, sahte delillerle hapse atılırken, dört bir yana dinleme cihazları yerleştirilir, kasetler servis edilirken , insan hakları ihlalleri gerçekleşirken, bunları daha kesin bir dille sorgulamaları lazımdı.

Gelgelelim, başbakanın da parallel devletten şikayetçi olması, en az Avrupa Birliğinin tutumu kadar eleştiriye açık. Çünkü yakındığı uygulamalar, kendi iktidarı döneminde, karşıtlarını etkisiz hale getirmek için Gülen cemaatiyle elele verdiği yıllarda gerçekleşti.

Gülen sempatizanı yargının iktidara yönelik adli girişimlerinin siyasi nedenlerle yürütüldüğü varsayımını kabul etsek bile, hükümetin karşı karşıya bulunduğu yolsuzluk suçlamalarının ciddi şekilde soruşturulması zorunlu.

Avrupa Birliği yetkilileri, Başbakan Erdoğan’la dünya kamuoyu önünde açıktan bir tartışmaya girmekten kaçınmayı tercih ettiler. Aynı şekilde, daha önceki şahince açıklamalarına ragmen, Türkiye başbakanı ve yanındaki yetkililer de Avrupa Birliğini karşılarına almak istemediler.

Bunun işaretleri zaten daha önceden görülmüştü. Brüksel’e gitmeden iki gün once Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, Başbakanın her konuyu görüşmeye hazır olduğu mesajını vermişti.

Gerçi Türkiye medyasında Başbakan Erdoğan’ın özellikle Kıbrıs konusunda çok sert konuştuğu söylendi ama hem genelde, hem de özel olarak Kıbrıs konusunda Başbakanın açıklamaları iddia edildiği kadar uzlaşmaz değildi. Yalnız bir ara, basın toplantısı sırasında Kıbrıs’la ilgili soruya yanıt verirken. Erdoğan’ın müdahalesi üzerine Avrupa Parlamentosu başkanı Martin Shulz, başbakana herkesin önünde kendisiyle Kıbrıs konusunda tartışmaya girmemesi gerektiğini hatırlatmak zorunda kaldı.

Sonuç olarak, kapalı kapılar ardından konuşulanlar bir yana, hem Avrupa Birliği hem de Türkiye, 27 yıldır süren üyelik sürecini devam ettirmeyi seçtiler.

Ekonomisi krizde, küresel düzeyde siyasi etkisi ve nüfuzu da inişte olan Avrupa Birliği, Türkiye gibi önemli bir müttefik ve ticari ortakla ilişkilerini tehlikeye atmaya yanaşmadı.

Türkiye de, başbakan Erdoğan’ın sıkça dile getirdiği Şanghay örgütüne üyelik emellerine ragmen, Avrupa Birliğine siyasi ve ekonomik açıdan alternatif olacak başka bir bloğun bulunmadığının farkında.

Avrupa Birliği, Suriye’li mültecilere kapılarını açması için giderek artan bir baskıyla karşu karşıya ama üye ülkelerde bu yolda bir isteklilik göze çarpmıyor. Suriye’den gelen vahşet ve işkence görüntülerinin arttığı, Avrupalı gençlerin cihatçıların yanında savaşmasının günün birinde şiideti Avrupa’ya taşıyacağından endişe duyulduğu bir dönemde, 700 bin Suriyeli sığınmacıya kapılarını açan Türkiye’yle kavgaya tutuşmak, Avrupa’nın işine gelmedi.

Türkiye, yıllardır Avrupa Birliğinin, Türk vatandaşlarına vizenin kaldırılmasına karşılık ygeri kabu l anlaşması isteğine karşı çıkıyordı. Sözkonusu anlaşma, Türkiye toprakları üzerinden yasadışı yollarla Avrupa Birliğine giren üçüncü ülke vatandaşları, vatansız bireyler ve kaçak Türkiye vatandaşlarının zorunlu iadesini öngörüyor. Buna karşılık da Türkiye vatandaşlarına Şengen ülkelerine vizesiz seyahat hakkı veriyor.

Türkiye, anlaşmaya itirazından geçen yılın sonlarına doğru sessiz sedası vazgeçti ve Aralık’ta Avrupa Birliğiyle geri kabul anlaşmasını imzaladı. Brüksel’de tanık olduğumuz dostane görüntülerde henüz parafe edilmeyen bu anlaşma da bir etken oldu.

Avrupa Birliği Türkiye ilişkileri, halihazırda iktidar olan hükümetin kaprislerine bırakılamayacak kadar önemli bir ulusal proje. Geçmişte olduğu gibi bugün de Avrupa Birliği Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir çıpa vazifesi görüyor. Ana muhalefet partisi CHP de çalkantılı bir dönemde Avrupa Birliği meselesini siyasi bir koz olarak kullanmama sağduyusunu gösterdi. Genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu, geçen hafta Avrupa Parlamentosu başkanı Martın Shulz’a gönderdiği mektupta, Erdoğan hükümetine Avrupa standartlarını benimsemesi için daha fazla baskı yapılması gerektiğini ancak birliğin Türkiye’yle ilişkilerini koparmasının hata olacağını belirtti.

Avrupa Birliğinin derin bir ekonomik kriz yaşadığı ve küresel alanda etkisinin azaldığı açık. Yıllardır Türkiye’ye karşı tek bir sesle, tutarlı bir politika izlememesinden ötürü, ülkede en Avrupa yanlısı kesimi bile karşısına aldığını biliyoruz.

Ama, AB’nin, İkinci Dünya Savaşından bu yana dünya çapında siyasi ve toplumsal kurumsallaşmayı sağlayan en başarılı birlik olduğu da kuşku götürmez bir gerçek. Barış ve refahın, yaratıcılık ve teknolojik ilerlemenin de hala öncüsü konumunda.

Çok geriye gitmeye gerek yok, son yirmi yıl içinde, Avrupa Birliğinin Türkiye’de demokrasi sürecinin gelişmesine büyük katkıları oldu. İç siyasette denge ve ayarları bir türlü tutturamadığı şu günlerde, Avrupa Birliği üyeliği yolunda yürümek, hala Türkiye için en iyi seçenek olmaya devam ediyor.

_______________________________

* Yazarın diğer yazıları için lütfen tıklayınız:
http://www.firdevstalkturkey.com/tr/

1558860cookie-checkAB ve Türkiye – Pragmatizmin dayanılmaz ağırlığı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.