Dişlekler dişlek olduğunu söyleyemez

-Çizgi romanı gönülden seven ender insanlardan birisin. 20 yıllık tanışmamıza dayanarak söylüyorum bunu. Hayatının her evresinde çizgi roman oldu. Önce yurtdışı deneyimlerini anlatır mısın?

Çizgiroman hayatım zaten yurt dışı ile başladı. Çocukluğumdan gelen bir çizgi roman merakım vardı. Doğan Kardeş’ler, Tarkan, Zagor, Mister NO vs. Çizgi romanla aktif olarak tanışmam ise Oğan Kandemiroğlu sayesinde başladı. Oğan çizgi roman çizeriydi. Ağabeyi Celal Kandemiroğlu Almanya’da çizerlik yapıyor, kardeşine de iş gönderiyordu. Oğan’ın hikayelerini yazacak birine ihtiyacı olduğunu söyledi. Çizgi roman senaryoları yazmaya ilk o zaman, 1981 yılında başladım. Daha sonra bir ajans aracılığıyla Danimarka ve Fransa’ya da çizgi roman senaryoları sattım ama gelişen bilgisayar oyunu sektörüyle birlikte çizgi roman gerilemeye başlayınca iş çok azaldı ve ben de Türkiye’ye çalışmaya başladım. Tan Cemal Genç ile birlikte tiplerini Salih Memecan’ın yarattığı Dinazorus dergisini yaptık. Bu arada mizah dergilerinde de çalıştım. Gırgır, Fırt, Pişmiş Kelle, Leman ve Deli’de. Kimi zaman yazar, kimi zaman da çizer olarak. Sonra yine Tan Cemal Genç ile birlikte hayatımın en önemli işlerinden saydığım Rh+’yı yaptık.

-Evet, bugün bile çok özel bir dergi olarak arşivlerde yerini almış olan “Rh +” deneyimin var. Çok ilgi görmesine rağmen, Türkiye’deki dağıtım mafyasının kurbanı oldu diyebiliriz o dergi için. Dağıtım mafyası diyorum, çünkü o yıllarda basılı eserlerinizi dağıtacağınız bir iki dağıtım şirketi vardı ve maalesef ki yayıncılar eserlerini dağıtabilmek için onların kurallarına uymak zorundaydılar. Küçük bütçeli yayınların yaşamasına izin vermeyen bir sistemdi o. Bize “Rh +” serüveninin anlatabilir misin?

Rh+ çok farklı bir deneyim idi. Zeplin’den sonra Türkiye’de realistik çizimlerin olduğu bir çizgi roman dergisinin yaşamayacağı düşünülüyordu. Hatta Zeplin’in yaratıcıları Aydın Gündüz ve Bülent Morgök bu konuda bayağı uyardılar ama dinlemedik. İyi mi ettik, bayağı zorluk çektik ama geriye baktığımda “iyi ki yapmışız” diyorum. O dergide bir çok genç çizer kendilerini ispat ettiler. Deniz Ensari ilk defa Rh+’da çizmişti örneğin. Murat Bozkurt’un “Şehir Köpeği” de ilk defa Rh+’da yayınlandı. Dergi hiç reklamı olmamasına rağmen 15.000 üzerinde bir tirajla başladı. Ama bu rakam dergiyi zorlukla döndürüyordu çünkü yaklaşık 60.000 basıyorduk. Baskımızla satışımız çok oransızdı. Baskıyı azaltıp dağıtımı düzenlemeye çalıştıkça tiraj düşüyordu. Açıkçası bunda iğrenç dağıtım sisteminin çok etkisi vardı. Dergimiz bir çok yere gitmiyor, paketlerin çoğu açılmadan geri dönüyordu. Sekizinci sayıya geldiğimizde tirajımız 8500 civarına düşmüştü ve bizi kurtarmıyordu. İstediğimiz gibi, işimizden memnun olduğumuz, insanların sevdiği bir dergi çıkartmamıza rağmen kapatmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Dergiyi kapattığımızda devletten de kazığımızı yedik. Ciddi miktarda KDV alacağımız olmasına rağmen devlet bu parayı ödemedi, “iş yapın KDV’sinden düşün, devlet geri para ödemez” dedi. Öyle oldu, böyle oldu, kabak bizim başımıza patladı. Bugün rh+ battıysa sadece Yaysat’ın yüzünden battı. Madem konu Yaysat’tan açıldı, devam edeyim. Rh+ çıktığında yıl 1992 idi. Şafak Günlükleri’ni çıkarttığımızda ise 2006. 14 senede çok şey değişmiştir diye düşündük. Yanılmışız. Dağıtıma verdiğimiz dergiler yine paket açılmadan geri döndüler. Kendim araştırdığım için örnek verebilirim. Taksim bölgesine dağıtım yapıldığı iddia ediliyordu ama dergi Beşiktaş dolmuşlarının kalktığı Gümüşsuyu’ndan, Galatasaray Lisesi’nin yanından Tophane’ye inen yokuşta bulunan büfeye kadar hiçbir yerde yoktu. Elimdeki listede dağıtılmış gözükmesine rağmen. Eğer derginiz, Türkiye’nin en çok gezilen bölgesinde, bir bayide bile yoksa nasıl satabilir? İspat edip dava açsan ne olur? Hakim Yaysat’ı o işten caydıracak cezayı vermez ki, ancak senin zararını karşılar karşılamaz bir paraya karar verir, o da yıllar sonra. Tabi sen büyük kapitalle girmediğin için iflas edersin, büyük medyalar da ne olur ne olmaz bütün küçük rakiplerinden kurtulur. Bu tekel hala değişmedi. Bugün zaten kimse artık dergi çıkartmaya pek niyetlenmiyor ama niyetlenenler varsa, elden teker teker dağıtmalarının bile Yaysat’a vermelerinden daha mantıklı olduğunu söyleyebilirim.

-“Şafak Günlükleri” de çok enteresan bir projeydi. Gerçek kahramanlık olaylarının hikayeleriydi ve çok sarsıcıydı. Nasıl ulaşıyordunuz bu bilinmeyen tarihe?

Çok okuyarak. Çok fazla kaynağı karşılaştırıp rivayet ve gerçeği ayırmaya çalışarak. Şafak Günlükleri gerçekten özel bir projeydi. Şaiya ya da hamaset değil, salt gerçeğin peşine düştük. Tarih öyle bir öğretmendir ki, bir dersi almadan asla geçmenize izin vermez, o dersi almamakta inat ederseniz bin kere farklı verir. İsimler, araçlar, yerler değişir ama verilen hep aynı derstir. Biz tarih ile bağları özellikle kopartılmış bir ulusuz. Bundan otuz yıl öncesine kadar hala “Almanlar kaybettiği için biz de kaybetmiş sayıldık” teranesi vardı. Zaten bizi biraz da fişekleyen buydu. Bu iş bu kadar bedava mı olmuştu? Derken Sarıkamış’ı öğrendik, Kanal Harbi’ni. Fahrettin Paşa ismini bilen çok az kişi vardı. Halbuki 1. Dünya Savaşı’nın en önemli isimlerinden biri. Osmanlılarla Almanların bir cephede karşılıklı savaştıklarını bilen ise yok gibidir. Okudukça bunları diğer insanlarla paylaşma isteği doğdu. Sağolsun Murat Bozkurt, Ercüment Morgök, Bülent Morgök, Ertuğ Sönmez, Serdar Edirne ve Oğan Kandemiroğlu’da benimle bu duyguları paylaşıyordu. Hiçbir kazanç düşünmeden fedakarca çalışıldı. Onlar sadece “Meyveler daha tatlı olsun” diye savaşmışlardı, biz de sadece en azından adları unutulmasın, fedakarlıklarını unutmadığımızı bilsinler diye dergiyi hazırladık. Çabuk yıpranmasın, birkaç el dolaşabilsin diye kuşe kağıda bastık. Dağıtmayan Yaysat’a burada bir kez daha teşekkür etmeyi de unutmayalım tabi..

Çanakkale’den bir hikaye, Sarıkamış, Medine müdafaası, Meis zaferi ve Broken Hill Harbi gibi 1. Dünya Savaşı cephelerinde geçen olayları çizdik. Kurtuluş Savaşı’ndan da bir tren hikayesi aldık. Paramız 5 sayıya yetti ve Şafak Günlükleri’nin devri de kapandı. Açıkçası benim için Rh+’dan daha önemliydi. Gelen iadelerin tamamı hala evde. Odalardan birini kaplıyor ama kağıtçıya vermeye kıyamadım.

-Yazarlık sürecinin ilginç bir dönemindesin. Elinde basılmayı bekleyen sarsıcı öykülerin, romanların olduğunu biliyorum ama, onları basacak bir yayınevi bulamadın henüz. Belki de yayınlanmalarını istemiyorsun… Yanılıyor muyum?

Artık canım pek de uğraşmak istemiyor. Bazen olur, bazen olmaz. 4 kitabım basıldı, sonuçta kitapsız sayılmam. Cinsellarus da zamanında 5 baskı yaptı. Adam olana fazla bile. Kadife ceketlilerin dünyasından nasibimiz bu kadarmış. Bir yayınevine verdiğim kitabımın üzerinde yayınevinin editörü olan Tarık Dursun K’nın “mutlaka basılsın” yazısını görüp yayınevi sahibiyle konuşurken “ya yabancı bir isimle olsa hemen basardık da biraz sert bir kitap” dediğini duyduğum gün artık o limandan da demir alma gününün geldiğini fark etmiştim.

-Yazarlık sürecinin ilginç bir dönemindesin demiştim. Kendi internet sitende enteresan yazılarını yayınlıyorsun. Sitenin adı http://diflek.com/ “Diflek” nedir diye düşünürken “dişlekler dişlek olduklarını söyleyemez” açıklaması rahatlatıyor insanı. Yoksa neyin kısaltılmışı diye düşünüp düşünüp duracaktım. Nereden çıktı bu siteyi hazırlamak?

İnternet muhteşem bir alan. Kimsenin ağız kokusunu çekmeye, mızıldanmasıyla uğraşmana gerek yok. Anladı, anlamadı, yanlış anladı davalarıyla uğraşmıyorsun. Koyuyorsun, isteyen alıyor, isteyen bırakıyor. Ben de kafamda duracağına bari internette dursun diye aklıma bir şeyler geldikçe yazmaya başladım.

-Sitedeki kategoriler de ilginç. Bilim ve teknoloji, ekonomi, mitoloji, mizah, tarih, sosyal hayat anlaşılır kategoriler ama; rastlantısal düşünceler, yeni çağın ipuçları sıra dışı. Ne anlatıyorsun bu kategorilerin altında?

Rastlantısal düşünceler tam adıyla uygun bir şey. Aklıma esenler bu kategoride yer alıyor. Zaman içinde aldığım kısa kısa notlar falan. Aklıma geldikçe düzeltip koyuyorum. Rastlantısal düşüncelerin ana teması aslında Diflek’in teması. Ona bu günlerde biraz ağırlık vermeyi düşünüyorum zaten. İnsanların dedikleri, tarif ettikleri ile yaptıkları arasındaki farklar. Tanımlamaları yaparken çok güzel de ondan sonra iş o tanımlamalarla hayatı ölçümlemeye geldiğinde iş biraz cıvıtıyor. Örneğin herkes çocuğuna Pamuk Prenses masalını okutuyor ama biraz irdeleyince iş b*ka sarıyor. O prens gelip prensesi öpüyor. Ortada cam tabutta yatan bir kız var. Yani prens dediğin herif resmen nekrofilyak. Üstelik onun orijinal, başka bir versiyonunda, işi sadece bir öpücükle de bırakmaz. Sen kalkıp çocuğunun bilinç altına nekrofili mesajı veriyorsun. Olacak iş mi ama oluyor işte. Pamuk prensesin masalını bilmeyen çocuk var mı?

Son zamanlarda çok popüler bir film serisi var; Alacakaranlık. Orada bir vampirle bir kızın aşkı veriliyor ve bu bütün toplum tarafından kabul görüyor. Konuyu Hollywood çizgisinden çıkartarak felsefi olarak ele alalım. Bir yaratık, doğal yiyeceğini yemeyip onunla çiftleşiyor. Bu durumda her vejetaryen için de zoofili hakkı doğmuyor mu?

Yeni Çağın İpuçları ise girdiğimiz dönemle ilgili. Artık endüstri çağı bitti. Çünkü endüstri çağının elementleri “kapital, işgücü ve toprak”tı. Şimdi bu denkleme bilgi girdi. Bilgi sayesinde 10 liraya mal edebileceğinizi 5 liraya, 40 kişiyle yapılacak işi 2 kişiyle ve 1000 metrekarede yapabileceğiniz işi 100 metrekarede yapabiliyorsunuz. Örnek verirsek; Eskiden çok değerli bir şeydi saat, şimdi bilgi teknolojiyi değiştirdi, tezgahtan 5 liraya alabiliyorsunuz, eskiden binlerce kişi biletçilik yapardı şimdi otomatlar sayesinde sadece otomatları programlayan, kontrol eden ve tamir eden birkaç kişi var, eskiden tek katlı, iki katlı yapılar vardı, bilemedin 5 katlı yapılar, en fazla on aile barınabilirdi o kadar yüzeyde. Şimdi ise 50 – 70 katlardan bahsediliyor. Yani bilgi bunların hepsini çok azaltabiliyor ama ekonomik denklemler içinde gerçek karşılığı yok, bu da dünyadaki krizlerin sebebi oluyor. Pek burada iki dakikada izah edilebilecek bir konu değil aslında.

-Senin çok daha etkili yerlerde yazman gerektiğini düşünmüşümdür hep ama, o yeri bulmak zor. Çünkü her zaman rahatsız olanlar çıkacaktır.

İnternet tam yeri. Kimse karışmıyor, görüşmüyor. Uzun olmuş, kısa olmuş, mizampaja uymaz, bunu yazarsan reklam veren darılır muhabbetleri yok. O yüzden buradan çok memnunum.

-Troya projen ne durumda? Çok çalıştın bu proje için. Troya’yı film olarak görebilecek miyiz?

Valla ben de çok isterdim ama pek olacak gibi gözükmüyor.

-Çizgi roman denemelerin devam edecek mi? Yoksa bundan sonra çizgi animasyona mı yöneleceksin. Dünyada gidiş ne durumda?

Şu aralar sadece senaryo ile ilgileniyorum. Animasyona gelince, arada bir şeyler yapıyoruz ama şu an için konuşmaya değmez şeyler. Dünyada gidişe gelince, bilgisayar oyunlarının çıkışıyla çizgi roman tam anlamıyla televizyonun karşısındaki radyoya dönüşmüştü. Elde taşınabilen konsollarla iş daha da beter oldu. Bir bakıma iyi oldu. Amerika’da trend artık Graphic Novel denilen ve büyükler için yapılan çizgi roman albümlerine döndü. Daha felsefi, iyi çizilmiş, edebi değeri yüksek, bittiğinde tat veren materyaller. Daha önce çıkan V for Vendetta, Watchman, Sandman gibi çizgi romanlar bu trendi işaret ediyordu. Yapan azalacak, okuyan azalacak ama işler daha nitelikli olacak. Artık yüz binlerce satan çizgi romanlardan ne Amerika’da ne de Japonya’da bahsediliyor. Avrupa’da o iş 90’lı yıllara girerken bitmişti zaten. Çocuklar ve gençler okumuyor çünkü. Onlara hak vermemek de elde değil. Kim gireceği maceranın kahramanı olmak yerine bir kahramanın maceralarını pasif olarak takip etmeyi ister ki? Dünyada gidişe gelince, yakında oyunlar tamamen 3 boyutlu ve gözlükle dış dünyadan koparak oynanan oyunlar haline gelecek. Gerçeklik duygusu bayağı hasar görecek ve insanlar mümkün olduğunca sanal alemi tercih eder duruma gelecekler. Aslında bu biraz da yeni dünyanın ipuçları konusuna giriyor.

İlgilenenler için
http://diflek.com/

734300cookie-checkDişlekler dişlek olduğunu söyleyemez

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.