Şiir üstüne ne varsa…

Bunun içindir ki, hemen hemen hepimizin amatörce de olsa şairlik deneyimimiz olmuştur.


Şiirin sözlük anlamını araştırdığımız zaman karşımıza çıkan tanımlardan bazıları şunlardır:


ŞİİR: Vezin-uyak, ses uyumu gibi duygulandırıcı öğelerle süslenmiş olup güzel imgeler taşıyan sanatlı söz, koşuk, deyiş.
ŞİİR: Bedii heyecan yaratan güzel söz.
ŞİİR: Arapçası ; “Şi’r” olan bir edebiyat türü.


Şiir anlayışı çağdan çağa, ulustan ulusa, insandan insana değişiyor; şiirin tanımını yapmakta kolay değil.


Çağdaş eleştirmeciler genellikle şu nokta da birleşiyorlar; öbür edebiyat türleri olağan şeyleri anlatırlar, şiir öbür türlerin anlatamadığını; olağan üstü olanı  anlatır, şiir diğer türlerin sustuğu yerde başlar.


Şiiri başka türlerden kesinlikle ayıranlar, nesire benzer şiiri ve şiire benzer nesiri iyi gözle görmezler.


Şiirin büründüğü biçim yönü, asıl çekirdek olan ÖZ kadar önemli değildir. Hele XIX. Yüzyılın sonunda beliren “arı şiir “ akımı, biçimi hiçe sayar.


Şiirin müzik olduğuna inanan okullar da görüldü ama, bu müzik dilden dile değiştiği için uluslararası ortak bir değer yüksekliğine erişilemedi.


Şiiri bir dil sanatı sayanlar, bozuk-düzen bir biçimde, çocuk sözleriyle örülü arı şiirle karşılaşınca irkildiler; dilin şiirin belkemiği de olsa, kendisi olmadığı belli oldu.


Hiçbir sanat ve edebiyat akımı insanlık için ideal olan şiiri veremedi. Bir bütün olarak insanın ne olduğu, uluslar arası ortak bir anlam kazanmadan bu ideale erişmek mümkün olamayacak, çünkü şiir kadar insanoğlunu anlatan tür de yoktur.


Ama gene de pek çok insan şiiri küçümser; bunlar ya gerçek şiirle karşılaşmamışlardır.
Ya da insan olduklarını anımsayacak  elverişli zamanları olmamıştır.


Edebiyat tarihi, şiiri önce ikiye ayırır:


1- Sözlü şiir  2- Yazılı şiir.


Yazının bulunmadığı, ya da bulunup da şiirde kullanılmadığı toplumlardaki şiirler sözlü şiirler sayılır. Bunlar beş önemli tipte göze çarparlar:


1- Hikayeli şiir
2- Konuşmalı şiir
3- Didaktik şiir
4- Din ve törenle ilgili şiir
5- Oyun ve eğlence şiiri.


Bu sınıflamadan toplumun o günkü sosyal yapısı da kolayca anlaşılıyor. Yazılı şiir yazının kullanılmasından sonra başladı ama, hiçbir zaman sözlü şiiri ortadan kaldıramadı.


En uygar toplumlarda bile “irticali şiir” gene değerli sayılır. Yazılı şiirin türleri için kolay ve kısa bir sınıflama yapılamıyor.


Yazılı şiir; konusuna, ölçüsüne, nazım şekline, sanat ve edebiyat anlayışına, dil ve üslup tutumuna, politik dünya görüşüne, çağına ve öbür özelliklerine göre, her bilgin ve eleştirmeci tarafından başka bir kılıkta anlamlandırılmaya çalışılıyor.


Bizde eski belagatçılar şiirin “mevzun ve mukaffa” olmasını gerekli sayıyorlardı. Şiirle nazım arasındaki ayrılığa önemle parmak basarlardı. Bu değer yargıları bize edebiyat öğretmenliği yapan kuşağa kadar ulaşmayı başarmıştır.


Türk şiiri sözlü olarak Asya’da başladı. M.Ö’ki Türk şiirlerinden Çince’ye çevrilenler vardır ama, Türkçeleri elimize geçmemiştir.


Divanü Lugat-it Türk’te örnek diye gösterilen dörtlükleri, bugünkü bilgimize göre, en eski Türk şiirlerinden saymamız gerekiyor. Bu çok kıymetli örnekler arasında epik, pastoral, lirik ve eleji özelliğinde olanlar var.


Anadolu Türk şiiri geniş çapta İslam uygarlığının etkisi altında gelişti ve günümüze kadar ulaştı.
İstanbul’un alınmasından sonra başlayan saray hayatı, “Divan Şiiri” için beşik oldu. Bunların yanı sıra  tekkelere sığınan bir de “ Tekke Şiiri” edebiyatımız vardır.


Bu üç koldan, halk şiiri günümüze ulaştı. Divan şiiri Tanzimat’la kapandı. Tekke şiiri de ortadan kalktı. Tanzimat’la Türk şiirinde Batı etkisi başlamış oldu. Servet-i Fünun’da bu etki daha da kuvvetlendi. Milli edebiyat akımı olmasaydı şiirde benliğimizi  neredeyse unutacaktık.


Cumhuriyet dönemi Türk şiiri ilk 10- 15 yıl içinde “Genç Kalemler”in çizdiği yoldan yürüdü, sonradan serbest ölçü ve yeni şiir anlayışları değer kazandı.


Yalnız şunu belirtmekle yetinelim ki, bütün edebiyat türleri içinde Türk Ulusu’nun yüzünü, insanlık dünyasına karşı en çok ağartabilecek olanı ‘Türk Şiiri’dir.


Şiir türleri olarak sayabileceklerimizden bazıları şunlardır: Epik şiir- Eğlence şiiri- Felsefi şiir- Fizikötesi şiir- Katalog şiir- Melik şiir- Mensur şiir- Pastoral şiir- Serpantin şiir…gibi.
Şiir de kafiyeye karşı çıkılmaktadır. Buna neden olarak da şunlar ileri sürülmektedir:
1- Kafiye şiiri, şiir yapan öğe değildir. Bir ritim ve ahenk unsuru sayılmaz.
2- Şairin kafiye ve vezne uygun sözcükler araması, onun özgürce duygu ve düşüncelerini aktarabilmesini kısıtlar.


ŞİİR HAKKINDA ÇEŞİTLİ GÖRÜŞLER:


Ahmet Hamdi Tanpınar şiir için şöyle diyor; “ Şiir, hikayedeki Melami dervişine benzer. Ateşe atınca derviş sır olur. Yalnız tacı ile hırkası kalır.”


Cahit Sıtkı Tarancı ise; şiir hakkındaki düşüncelerini şöyle belirtiyor; “Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir.


Ama kelime nedir? Annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir, hayaldir, yani bir manası bir çağrışımı, bir gölgesi, hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir. Kelime dedik ama kelime boş bir kalıp değil ki…


Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur. Şu var ki kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lazım. Hangi kelime hangi kelimeyle yan yana geldiğinde nasıl bir ışık ortaya çıkar bunu bilmek lazım.


Mallerme’nin “Şiir, kelimeler dinidir” demesi bundandır. Şiir bu nedenle yetenek ve beceri işi oluyor, öyledir de. Ata binmek, ok atmak, elbise dikmek, kundura yapmak, hatta boyamak ne ise şiir de odur, yani ustalık ve uzmanlık işi. En zengin bir malzeme, kötü şairin elinde berbat olup gider, tıpkı şahane bir İngiliz kumaşının kötü bir terzi elinde heba olup gitmesi gibi…”


Tarancı, “şiir nedir?” sorusuna öznel bir bakışla yanıtlayıp tanımlamalara gidiyor. Buradan, şiirin önemli öğesi olan “kelime” kavramını da belirliyor. Bunu yaparken bu öznel bakış giderek somutlaşıyor. Böylece bize şiirin ‘niteliği’ni de öğretmiş oluyor.


Suut Kemal Yetkin de görüşünü şöyle belirtiyor; “ Şiir havasının her şeyden önce kelimelerin seslerinden doğduğunu kabul etmemeye olanak yoktur. Yalnız şu var ki, nesir içinde yer alan kelimelerin sesleri, şiiri kuran kelimelerin sesleri değildir.


Kelimelerin, konuşurken, yazarken duyulan sesleri, şiir olan mısraların yapısında, sırrı bilinmeyen bir düzen içinde kaynaştıkları zaman, başkalaşırlar bir özellik kazanırlar. İşte bu özel ses, bizi şiir dünyasına çağıran sestir.”


Cemal Süreya ise, şiir için şöyle diyor; “Şiirin gizleri de, şansları da, bereketi de, yaşayan daha doğrusu yaşanan dildedir. Özel dil, ancak dilin içinde yaratılabilirse bir değer taşıyabilir; şiirsel duyarlığı iletebilir, vurucu olabilir.”


Nurullah Ataç’da şiir üzerine şu görüşleri ileri sürüyor: “ Şiirsiz kalırsanız, sevgiyi de unutursunuz.” İnsan vardır sever şiiri, insan vardır sevmez. Ben kaç kez söyledim, severim, hem de çok severim.


Şiir şunu bunu anlatan, inceleyen, çözümleyen bir şey değildir; şiir bizim içimize işleyen, bizi avutan, acımızı artırarak, sevincimizi büyülterek, bize kendimizi daha yakından duyurarak, bizi perişan ederek avutan bir şeydir.


…Şiir duygu değildir ki bence. Hatta duygunun şiiri öldürdüğüne inananlardanım.
…Şiir var, yalnız söz sanatıdır, şiir var duyguları, düşünceleri söyler, şiir var, ses oyunlarıyla bir musiki olmak ister, hatta şiir var ders verir, ukalacadır. Bunların hepsi de şiir olmaktan çıkmaz.


ÇAĞDAŞ ŞİİR: Türkiye’de üç büyük duraktan geçmiştir.


1- Halklaşma ve demokratikleşme yönündeki genel toplumsal değişim, Türkiye’de şiirin hem dilini hem de niteliğini değiştirmiştir. Şiir Namık Kemal’den Cumhuriyet’in hececilerine kadar uzanan süreçte, giderek yığınların dili ile seslenir olmuş, siyasal bir içerik kazanmıştır.


2- Modernleşme ve çağdaşlaşma doğrultusundaki Cumhuriyet tarihi ise, Nazım Hikmet, Dranas, Tanpınar ve Kısakürek’ten Orhan Veli kuşağına kadar uzanan yeni halkalar içinde batılı öz ve biçim özelliklerinin de Türk şiirine taşınmasına aracılık  etmiştir.


3- Türk sosyal yapısı karmaşık bir nitelik aldıkça, Türk şiirinin hem dünyaya bakışı ve duyarlığı, hem de iç yapısı 1945’ler sonrasında çok zenginleşmiştir. Dağlarca, Anday, Necatigil, Oktay Rıfat, İlhan Berk gibi ustalar Türk şiirini yeni sınırlara götürürlerken, gerçeküstücülükten de esinlenen genç kuşaklar ise, dışa açık bir başka şiir anlayışını geliştirmişlerdir. Ulusal alandan uluslararasına geçiş, toplumsallaşma ve küçülen dünya gerçekleri Türk şiirini giderek toplumcu duraklara doğru götürüyor. XX. Yüzyılın sonunda…


Dostlar biliyorum biraz uzun oldu ama eğer kısaltsaydım ya da  parçalara  bölseydim bazı şeyler bütünlüğün yok olmasından dolayı anlamını yitirebilirdi.
Bunun içindir ki lütfen beni bu defalık bağışlayın. Şiir gibi yazıların yazılabilmesi için şiirin ne olduğunu enine boyuna tartışmamız gerekiyor diye düşündüm.


Bildiğiniz gibi geçen günlerde iki değerli  genç insanımızı yitirdik. Değerli arkadaşım  Dicle Üniversitesi Yrd. Doç. Dr ( ki öldüğü gün doçentlik unvanının geldiğini rektörünün açıkladığını da öğrenmiş bulunuyorum) Cengiz Turgut ve değerli müzisyen Kazım Koyuncu. Ruhları şad olsun!


Bu yazımı bu iki değerli insanın anısına Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiiriyle bitirmek istiyorum.


                        SANATÇININ ÖLÜMÜ


Gitti gelmez bahar yeli,
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli,
Anahtar  Tanrı’da kaldı.


Geldi çattı en son ölmek,
Ne bir yemiş, ne bir çiçek,
Yanıyor güneşte petek,
Bütün bal arıda kaldı.


“Anneme öldüğümü söylemeyin! O benim yaşadığımı zannediyor!”


____________________________


Mete Karakaş / Araştırmacı/ Yazar


YAZARIN DİĞER YAZILARI


– Aşklar, şiirler ve şarkılar


– Gittim, gezdim, gördüm


– …bağlı kadınlara selam olsun! (1)


– Destan’dan destana yol gider (II)


– Bunu biliyor muydu Bay Bush? (III)


– ‘Amazon’ kadınlarından ‘Amansız’lara (IV)


– Panik Odası mı? Nanik Odası mı? (V.)


– Meryem ve Meryem (VI)


– İki farklı Recep öyküsü… (VII)


– Teflon insanlar (VIII)


– Hippiler (Hippie) ve bonomolar (IX)


– Hindi ve papağan (X)

680830cookie-checkŞiir üstüne ne varsa…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.