Çitlembik ağacıyla söyleşi

“Ah sevgili ağacım! Gövdene yaslanmalıyım.Yapraklarına konan  ağır, merhametsiz kurşun harfleri düşürmeliyim birer birer. Çılgın orman perilerini  toplamalıyım dallarına. Bir işaret fişeği atmalı ormana.Karıncalar ve sincaplar eşlik etmeli bu karnavala.Tomurcukların patlamalı, gövdenden ışık hızıyla yıldızlar geçmeli.İnce, kırılgan dallarında atmalı hayatın nabzı.Kökünü yeniden denemelisin taşlara doğru…”*


Türkiye’nin Güney kıyıları onlarca yerde birden başlayan benzeri görülmemiş orman yangınlarıyla on gün boyunca cayır cayır yandı. Kuşadası, Selçuk, Gökova, Milas, Kaş… Toplam 2 bin hektar alanda, 4 milyondan fazla ağaç kül olurken, sayılarını bilemediğimiz yüzlerce tür canlı telef oldu. Kaş’ın Kıbrıs Deresi Yaban Hayatı Koruma Alanı’nda, 18 Ağustos gecesi çıkan yangında, on binlerce kızılçam ve sedir ağacı küle döndü. Sadece ormanlar değil, on gün kıyı kentleri de alev alev yandı. Kaş’a 30 km uzaklıktaki yangın bölgesinden geceleri yanmış ağaç ve reçine kokuları sokaklardan odalara yayıldı. Kanyonda yanan geyiklerin boğuk sesini, Kaş’ın barlarından yükselen müzik sesleri bastırdı!


Kıbrıs deresi Kanyonu, bazı bölümlerinde bin metre derinliğe ulaşan derin bir vadi. Derinlerine insan giremiyor. Yüzlerce yıldır kendiliğinden yaşlanıp ölen kuru ağaçların mezarlığı. Derin yarıklardan yükselen alevlerin içinde binlerce yaban keçisi, geyik ve onlarca tür canlı yaşıyordu. Şimdi ne kadarı yaşıyor bilemiyoruz. Varlığı bir efsane gibi dilden dile dolaşan Anadolu Kaplanı 1946 yılında en son bu kanyonda görülmüş. Ve bu uzun kanyon, binlerce yıldır dağların ortasında uyuyan dev bir ejderhanın alevleri gibi on gün aralıksız ateş kustu. Acımız büyük. Yangının kontrol altına alınması içimizi biraz rahatlatsa da yangın süresince tanık olduğumuz canlıların çığlıklarını unutmak kolay olmayacak.


Kıbrıs Deresi Kanyonu’nda yaşayan hayvanların yanında onlarca tür endemik bitkinin de çığlıklarını duyduk. Yangın bölgesine gittiğimizde alevlerden şans eseri kurtulmayı başarmış bir Çitlembik ağacı, ince, kırılgan dallarıyla gövdeleri yanmış kızılçamların arasında öylece duruyordu. Çitlembik ağacının görüntüsü aklımızdan çıkmadı. Geceleri uykumuz, gündüzleri neşemiz kaçtı. Yangın kontrol altına alındıktan sonra, yeniden yangın bölgesinin yolunu tuttuk. O Çitlembik ağacını yeniden bulduk. Yanımızda götürdüğümüz armağanları sunduk, yapraklarını okşayıp, yanan ince gövdesine su verdik. Ve yanına oturup saatlerce derdini dinledik, söyleştik. Ve çitlembik ağacının yaşadıklarını, gördüklerini, söylediklerini not ettik.


İşte Kaş Kıbrıs Deresi Kanyonu’nda yangından mucizeyle kurtulan genç bir  Çitlembik ağacıyla yaptığımız söyleşi…


– Geçmiş olsun. Senin alevlerden kurtulduğunu ilk kez gazeteci bir arkadaşımdan öğrendim. Sevindim. Ve hemen senin yaşadığın bölgeye geldim. Seni bulmam zor olmadı. Yanmış yüzlerce kızılçamın arasında öylece duruyordun. Yangının başladığı günü anlatır mısın?
– Çok teşekkürler. Doğru,  bazı gazeteciler bol bol fotoğraf çekiyorlardı. Benim de fotoğrafımı çekmiş olmalılar.Yangının başladığı gün içimde bir huzursuzluk vardı. Sizin takviminizle 18 Ağustos günüydü. Güneş, tepemdeki kızılçamların arasından her zamanki gibi yapraklarımın  üstüne o ışıklı gülüşünü gönderirken, öğleye doğru bulutlar kapladı gökyüzünü. Kanyonda bir koşuşturma, bir telaş başladı. Şimşekler, gök gürültüleri ve oradan oraya koşuşturan hayvanların telaşı…  İnanır mısın benim de dallarıma bir ürperme düştü. Gece olunca kanyonun yukarı kısımlarından uğultulu sesler duymaya başladık. Çevremdeki ağaçların dallarından bir şey göremiyordum ama köklerimle topraktaki uğultuyu, telaşı duyabiliyordum. Ve gece yarısına doğru yukarılardan yapraklarıma gelen alevlerin ısısını duymaya başladım. Gövdemden sıçrayıp geçen bir sincabın telaşlı sözlerine göre yukarılara bir yerlere yıldırım düşmüş ve yangın başlamış. Biliyor musun uzun süre kimsenin haberi olmadan yanıp durmuş. Büyüklerimden çok yangın öyküsü dinlemiştim ama hiç yangın yaşamamıştım. Çok korkunç, anlatılmaz bir şey bu.



– Peki neler yaşadın o gece. Çevrendeki ağaçların, hayvanların, böceklerin dahası toprağın telaşı…  Gördüklerin nelerdi?
-O gece alevler benim yaşadığım yere kadar ulaşmamıştı. Dediklerine göre buraya epey uzakmış alevler. Ama kanyondaki iç acıtan bağırış, koşuşturma alevlerden daha ürkütücüydü. Kaç kez kaçan  bir yaban domuzunun ya da geyiklerin ayakları altında ezildi dallarım. Böyle bir şeye hiç tanık olmamıştım. Köstebekler, yaban keçileri, gövdeme sürünerek hızla buradan uzaklaşan yılanlar, kertenkeleler, bukalemunlar, fareler,  yaban arıları ve sayamayacağım kadar çok karınca. Ve kuşlar… bu zamana kadar hiç görmediğim, adını bilmediğim kuşlar. Hepsi terk ettiler kanyonu. Bizse bir yere kaçamıyorduk. En acısı da kaçışan hayvanların kanyonda yankılanan insanların anlayamayacağı  boğuk, iç acıtan sesleri!


– Ya alevler buraya ne zaman ulaştı?
– Etrafımızdaki bu gerilimden yorgun düşmüştük. Galiba o geceden sonra güneş üçüncü kez doğmuştu. Öğle saatleriydi. Bu koşuşturmanın bitmesini, eskiden olduğu gibi buradaki ağaçlarla yaprak saymaca oyunu oynamayı düşlüyorduk. Kanyondan alev gibi bir rüzgar esmeye başladı önce. Sonra şu gördüğün kızılçamların dibindeki kuru yapraklar, ışık hızıyla yanarak alevler buraya doğru ilerlemeye başladı. Ahh! O anı anlatamam sana. Hemen yanı başımda kaç tane genç fidanın korkudan kuruduğuna tanık oldum. Büyüklerimden öğrendiğim gibi, metanetli durmayı denedim. Bilirsin, bizim türlerimiz derviş gibi yaşamayı öğrenmiş ağaçlardır. Bir kaya gövdesi, bir avuç toprak, az su ve ılık bir rüzgarla yetinmeyi; bu dağlarda metanetli yaşamayı öğrenmişiz. Neyse. Sonra alevler etrafımdaki çamların gövdelerine doğru tırmandı. Yüzlerce çam, göz yaşları gibi reçinelerini döktüler. Ortalık bir mahşer günü gibiydi. Benim de dallarımdan bazıları tutuştu. Alevlere direndim, dakikalarca teslim olmadım. 


– Seni yangın işçilerinden biri kurtarmış galiba. Nasıl oldu bu anlatır mısın?
– Alevlerin çevremi sarmasının üstünden ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yukarıdan, kanyonun üstünden gelip geçen helikopterler üstümüze su boşaltıyorlardı ama su bize ulaşmıyordu. Arada birkaç damla düşen sular alevleri söndürmeye yetmiyordu. Ne olduysa birkaç yangın işçisinin sesini duyduk. Bizim otuz metre kadar yakınımıza ulaşmışlar alevlerin genişlemesini engellemeye çalışıyorlardı. Sonra bir mucize eseri işçilerin püskürttüğü sular dakikalardır alevlerin arasında kavrulan dallarımın üstüne ulaştı. Artık bütün özsuyum kuruma noktasına gelmiştim ki işçilerin püskürttüğü sular gövdemi, ince dallarımı soğutmaya başladı. Bir iki dalımı alevlere kaptırsam da gövdem rahatladı, köklerimde hissettiğim acı yerini yaşama sevincine bıraktı. Ama saatlerce çevremi kuşatma altına alan alevler bir çok komşumu yuttu. Bunu unutmam mümkün değil. Hele alevlerin çevremizi kuşattığı anda toprağın altında yaşanan o canhıraş telaş;  birbirine dolanan binlerce ağacın kökleri, milyonlarca toprak canlısının, böceğin sesleri… Bunu sizin duymanız mümkün değil. Anlatması da zor!  


– Şimdi yangın kontrol altına alınmış. Ama kanyonun belli bölümleri hala yanmaya devam ediyormuş. Sizin türünüzden de epey kayıp verilmiş. Sana gelmeden önce yukarıda, Gömüce köyünde sizleri korumakla görevli bakanlığın en üst düzey bürokratlarından biriyle konuştum. Yangını söndürmek için nasıl gece gündüz çalıştıklarını anlattı, bilgiler verdi. Ama anlattığı bazı şeyler kafamı karıştırdı. Bazı durumlarda yangınların ekosisteme yararlı olduğunu, doğanın yenilendiğini ve yok olan türlerin yerine daha fazla yeni türlerin geldiğini söyledi. Sen ne diyorsun bunlara?
-Ben bunlara ne diyeyim! Biz on binlerce yıldır bu coğrafyada yaşıyoruz. Sonra insanoğlundan biri kalkıp yangınların bazı durumlarda da olsa ekosisteme yararlı olduğunu söylüyorsa, bunun yorumunu yine insanoğluna bırakıyorum. Bizim aklımız ermiyor böyle şeylere. Biz sadece doğuyoruz, yaşıyoruz ve ölüyoruz. Bazen de yakılarak ölüyoruz. Büyüklerimden dinledim; bu kanyon yine sizin takviminize göre 52 yıl önce de yanmış. Tam 27 gün aralıksız yanmış. Sonbahar yağmurları başlayınca da kendiliğinden sönmüş. Büyük büyük babam ve ailesinin bir çok ferdi bu yangında kül olmuş. Hala  efkarlı akşamlarda esen yumuşak rüzgarlarda yapraklarımda hissederim bu acıyı. Şimdi bizi korumakla görevli bakanlığın bürokratları ne söylerse söylesin bu acıyı dindirmiyor. Sonra sizin ekosistem dediğiniz şey sizin kendinize göre belirlediğiniz tanımlamalarla dolu. Kendiniz tanımlıyor, kendiniz kurallar koyuyor;  yine kendiniz bozuyorsunuz. Ne söyleyeyim ki daha?!


– Biraz da senin şu gözlemlerini dinlesek. Buraya on gündür  yangın için çalışanların dışında  yüzlerce ziyaretçi, bürokrat ve  siyasetçi geldi. Siz ağaçlar neler düşünüyorsunuz bu konuda?
-Ben henüz 17 yaşında genç bir Çitlembik ağacıyım. Şu yanan kuru gövdelerin dili olsa da onlar anlatsalar size. Şu arkamdaki kızılçam tam 74 yaşındaydı. Şu diğeri de 92.  Bak  az yukarıdaki sediri görüyor musun? O tam 354 yaşındaydı. Buraların en yaşlısı onlardır. Ben görmedim ama buraya 30 kilometre uzakta, Çığlıkara’da İsa’dan bile yaşlı sedirler varmış. Sedirler buraya vadinin yukarısından inmişler. Onlar asırlarca yaşıyorlar. Buraları en iyi onlar bilir. Bu dağlarda ne olursa haberini uçan kuştan, rüzgardan alır, ormanda bilge bir öğretmen gibi duyduklarını  anlatırlar. Yangından önce yine şu yanan sedirlerden biri etrafındaki ağaçlara anlatıyordu; ondan duydum. Diyor ki bu dağlarda çıkan yangınların ardından yine yangına karşı dayanıksız olan kızılçamlardan dikiyorlarmış sizinkiler. Oysa bu dağlarda yaşayabilecek yangına dayanıklı başka türler de varmış. Mesela sedirle çamlara göre daha dayanıklıymış. Buralarda yüzlerce yıl önce büyük sedir aileleri yaşarmış. Şimdi eskiye göre azalmışlar.Yine sedirin anlattığına göre – ona da bir ardıç kuşu anlatmış- yukarı köylerde yangın hakkında bilgi almak  için gelen yetkililer, oturup taze incir, üzüm yiyerek; çay- sigara içerek ellerinde haritalar, krokiler; sizin gibi gazetecilere bilgiler veriyorlarmış. Şimdi “ne var bunda?” diyebilirsin. Biz ağaçların da sezgileri, duyguları  vardır. Doğadaki her şeyi kendi çıkarı için kullanmaktan çekinmeyen ama aynı zamanda doğayı koruduğunu iddia eden insanlara  karşı binlerce yıldır cömertliğimizden ödün vermeden meyvelerimizi paylaşmayı sürdürüyoruz. Bir de bizi korumakla yükümlü bakan, biz burada alevlerle boğuşurken Gömüce köyünde çocuklarla top oynamış. Sonra uzakta, Göcek koylarında başka kardeş ormanlarımızı aynı hafta içinde yandaş şirketlere kiraya vermişler. Bizim bu acı günümüzde bile böylesi düşüncesiz davranışları duymak şu alevlerden daha çok yaralıyor bizi.


– İnsanlara karşı biraz ağır olmadı mı sözlerin. Sonuçta biraz taze üzüm, incir ikram etmişler gelenlere ne var bunda. Birkaç  koyu da kiralamışlar, oraya oteller, limanlar yapacaklar, insanlar para kazanacak. Hem meyvelerimiz dedin. Senin meyvelerin ne işe yarıyor peki?
-Ahh, siz insanoğlu! Bir ağacı sadece semeresine göre değerlendirmekten bir türlü usanmadınız. Ama madem sordun anlatayım. Benim meyvelerim yüzlerce yıldır bu coğrafyayı, kuşları beslediği gibi siz insanların da türlü hastalıklarına sağaltıcı olarak kullanıldı. Mesela bazı köylerde meyvelerim kurutulup kahve olarak tüketilir. Soğuk kış günlerinde insanların içini ısıtır, rahatlatır. Meyvelerimin  antibakteriyel ve antiparaziter özellikleri yüzlerce yıldır bilinir. Yörükler hayvanları yaralandığında yaraları meyvelerimle tedavi ederler. Hele de yokluk, savaş ve  kıtlık yıllarında; yapraklarımın taze sürgünleri köylülerin, savaşan askerlerin ekmeklerine katık olmuştur. Ekmek yapacak un bulamayan köylüler, mısır unuyla tohumlarımı karıştırıp ekmekle yapardı. Dağ köylerinin yoksul çocukları, annelerinin ceplerine doldurduğu meyvelerim sayesinde,  soğuk kış günlerinde gerekli vitaminleri farkında olmadan alırlar… daha anlatayım mı? Koylardaki ormanları da sonra anlatayım yüreğim kaldırmıyor şimdi. Öz suyum dışıma fırlayacak gibi oldum.


– Çok şaşırdım doğrusu. Meyvelerinin bu kadar çok özelliği olduğunu bilmiyordum. Şimdi anladım buraya gelen bürokratların tavırlarına neden kırıldığınızı.
-Canım biz ağaçlar kırılsak ta  çabuk unuturuz. Biz yine binlerce yıldır olduğu gibi sizinle her şeyimizi paylaşırız. Büyüklerimizden öyle gördük. Ama sizin büyüklerinizden gördüklerinizi çabuk unutmanız karşısında bazen şaşırıyorum. Yani biz bu dünyayı sizinle gönülden paylaşmaya hazırız. Yeter ki siz de bu dünyayı bizimle paylaştığınızı unutmayın. Bir de neye canım sıkılıyor biliyor musun? Hazır  benimle söyleşen birini bulmuşken söyleyeyim istedim. Ne de olsa sen bunları bir yerlerde yazarsın da bir yararı olur belki. Şimdi bu yangından sonra buraya birileri gelecek. Dernek mi ne diyorsunuz siz. Hani arada bir ormanlara, dağlara çıkıp ellerindeki garip sopalarla yürüyorlar. İşte en çok onlara bozuluyorum. Gelip buralarda piknik havasında gezinip türlü nutuklar atacaklar. İşte o zaman alıp başımı bu dağlarda gitmek istiyorum. Geçenlerde buralar cayır cayır yanarken bunlardan bir çift şu yukarı dağlarda şampanya patlatıp nikah kıyarak evlilik töreni yapmışlar. Buraya gelen yangın işçilerinden biri   söyledi, gazeteler günlerce yazmış; “romantik nikah” diye. Ne romantiği yaa! Neyse sözü uzattım. Senin de içini sıktım galiba.Yakın zamanda yine gelirsen yanında küçük bir torba getir. Alevlerden kurtulan meyvelerim olgunlaşıp maviye çalmaya başladığında sana da birazını veririm. Çocuklarının ağzına bir avuç lezzet olmak beni mutlu eder.


– Ahh Çitlembik ağacı! Ne söyleyeyim sana. Karşında mahçubum. Ateş düştüğü yeri yakar derler. Artık sadece düştüğü yeri değil bizim de içimizi yaktı. Haydi hoşça kal. Daha binlerce yıl bu kanyonu bekleyecek  çocukların olsun. Yine soğuk kış günlerinde yoksul çocukların ceplerine dolsun meyvelerin. Senin hikayeni bütün insanlara ulaştırmak için çalışacağım. Bunu unutma!


* Yusuf Yavuz- Sevgili Ağacım; Haziran 2005 


________________


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER:


– ‘Çocuğa şiddet, çok yaygın’
– İran PKK’yi neden bombalıyor?
– Serdar Denktaş: Mal mülk davaları en zor sorun
– ‘Kıbrıs’ta kısa dönemde çözüm olmaz’
– Tayvanlı yazardan ‘Sıcak bir öpücük’
– Kavakçı: Başörtü, dini bir mesele
– Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
– ‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
– ‘Beni en çok korkutan: Google’
– ‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
– O bir ‘peynir avcısı’
– ‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
– Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova…
– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’ 
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
-Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
-Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
– Çocuk işçiler
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı? 
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur


 

730270cookie-checkÇitlembik ağacıyla söyleşi

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.