Sezai Temelli ile HDP üzerine

Türkiye’de seçmen artık sandık başına gidip genel seçimlerde desteklediği partiye oy vermek için gün sayıyor. 7 Haziran seçimlerine dokuz gün kala akılları iki sorunun cevabı meşgul ediyor: HDP, yüzde 10 barajını aşabilecek mi? AKP, tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaşabilecek mi?

Bu iki sorunun cevabı birbiriyle doğru orantılı çünkü HDP’nin barajı aşması ve parlamentoda grup kurması ihtimali, AKP’nin tek başına iktidar olma çoğunluğuna ulaşmasının önündeki en büyük engel konumunda. Elbette CHP ve MHP’nin alacakları oy oranı da önemli ancak şurası kesin; 7 Haziran genel seçimleri AKP ve HDP arasında geçecek. HDP’nin barajı geçme ihtimali ile AKP’nin tek başına iktidar olma ihtimali son günlerin moda tabiri ile tam bir bıçak sırtı durumunda ve kesin cevaba ancak seçim gecesi ulaşacağız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Haziran genel seçimleri için “Son ana kadar sürprizlerle dolu bir seçim olacağa benziyor” ifadesi tek başına pek çok şeyi açıklıyor.

Son günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve iktidara yakın medya organlarının Selahattin Demirtaş ve HDP’yi hedef alan söylemlerinin dozu iyice artmış durumda. Özellikle din olgusu üzerinden Selahattin Demirtaş’a yönelik sık sık salvolar görmemiz mümkün. Bu durum akıllara “HDP’nin barajı geçme ihtimalinin güçlenmiş olması AKP’yi artık fazlasıyla endişelendiriyor mu?” sorusunu getiriyor. Abdülkadir Selvi, Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu gibi iktidara çok yakın yazarların da alenen AKP’nin tek başına iktidarının tehlikeye girme ihtimalini gündeme getirmeleri de bu minvalde önemli.

Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başını çektiği siyasal iktidarın tekmili birden HDP ve Selahattin Demirtaş’ı hedef almalarının ardında ne var? Kıymetli gazeteci Ruşen Çakır, 28 Mayıs’ta Periscope yayını üzerinden yaptığı değerlendirmede, bu duruma dair şu ifadeleri kaydediyor:

“İktidarın bu denli HDP ve Selahattin Demirtaş’ı hedef almasının bir fayda getireceğini düşünmüyorum. Tam tersine onlar vurdukça Demirtaş ve HDP daha da güçleniyor. Eğer HDP, yüzde 10 barajını aşarsa 60-70 milletvekili çıkaracak ve bu sayının ezici bir çoğunluğu AKP’nin kaybedeceği milletvekilleri olacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP iktidarı bu durumdan çok ciddi biçimde kaygı duyuyor ve tek başına iktidarı bile engelleyebileceğini düşünüyorlar. Ancak, daha önemli ve hayati bir neden söz konusu; farklı kollarıyla birlikte Kürt Siyasi Hareketi, artık Türkiye’de tüm Kürtlerin temsilcisi olma noktasına doğru geliyor. AKP’nin “Kürtlerin esas partisi biziz çünkü daha çok oy alıyoruz” argümanı artık etkisini yitirmeye başlıyor. HDP’nin son 3-4 yıldan buyana din ile mesafesini bilinçli bir şekilde azalttığı andan itibaren, Kürtlerin tamamını kapsaması yolunda önünde çok büyük bir engel kalmadı. AKP’yi endişelendiren en önemli sebeplerin başında da bu durum geliyor.”

Peki, HDP kanadı bu konuda ne düşünüyor? HDP İstanbul 2.bölge milletvekili adayı Sezai Temelli, “HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği konusu Türkiye’de bir rejim sorununu ortaya koyuyor” diyor ve şunları ekliyor:

“Eğer HDP barajı geçemezse, Türkiye’de parlamenter sistemin sonlanması, tek adamlık dediğimiz başkanlık sisteminin gelmesi gibi bir risk Türkiye’nin karşısında duruyor. Bu riskin ortadan kalkmasını sağlayacak yegane unsur da HDP’nin barajı geçmesidir. Barajı geçtiğimizde 60-70 milletvekili çıkarmamız söz konusu. Eğer geçemezsek bu milletvekilleri doğrudan AKP’ye geçecek. Bu durum AKP’nin hayalini kurduğu başkanlık sistemini getirmesine olanak sağlar. HDP bugün Türkiye’deki bütün farklılıkları, katmanları, sosyal sınıfları, kimlikleri ve özgürlük taleplerini kapsadığından, belki de en fazla Türkiyelileşmiş parti konumunda bulunuyor. Bu temsiliyetin mecliste olması Türkiye demokrasisine ciddi katkı sağlayacaktır.”

HDP’nin perspektifine dair pek çok detayı partinin ekonomi kurmaylarından İstanbul 2.bölge milletvekili adayı, HDP’nin MYK üyesi ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Sayın Sezai Temelli ile konuştuk. İşte HDP’nin Türkiye ideali…

***

– 7 Haziran genel seçimlerinde siyasi partilerin propagandalarında üzerinde en çok durduğu nokta şüphesiz ekonomik vaatler… Sizce önümüzdeki seçimlerde neden ekonomi unsuru bu denli ön plana çıktı?

– Ekonomi en ağırlıklı konuşulan başlıklardan biri ama aslında herkesin üzerinde mutabık kaldığı en önemli başlık HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği meselesidir. Bu konu sadece HDP’yi değil, aslında tüm Türkiye’yi ilgilendiriyor. Çünkü HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği konusu Türkiye’de bir rejim sorununu ortaya koyuyor. Eğer HDP barajı geçemezse, Türkiye’de parlamenter sistemin sonlanması, başkanlık sisteminin gelmesi gibi bir risk Türkiye’nin karşısında duruyor. Bu riskin ortadan kalkmasını sağlayacak yegane unsur da HDP’nin barajı geçmesidir. HDP’nin barajı geçmesi durumunda 60-70 milletvekili çıkarmamız söz konusu. Eğer geçemezse bu milletvekilleri doğrudan AKP’ye geçecek. Bir iki vekil belki CHP’ye kayabilir ama ağırlıklı olarak AKP’ye kayacaktır çünkü HDP’nin seçmen kitlesinin fazla olduğu bölgelerde AKP ağırlıklı olarak ikinci parti konumunda. Bu durum da AKP’nin hayalini kurduğu başkanlık sistemini getirmesine olanak sağlar.

HDP’nin barajı geçip parlamentoda yer alması, parlamenter demokrasiyi güçlendirmesi açısından çok önemli bir unsur. AKP’nin mutlak çoğunluğa sahip olduğu komisyonlardan daha katılımcı ve demokratik yasaların çıkabilmesini sağlayacak bir komisyon bileşeni yaratma olanağı sağlanacak. HDP Türkiye’deki bütün farklılıkları, katmanları, sosyal sınıfları, kimlik farklılıklarını ve özgürlük taleplerini kapsadığından, belki de en fazla Türkiyelileşmiş parti konumunda bulunuyor. Bu temsiliyetin mecliste olması Türkiye demokrasisine ciddi katkı sağlayacaktır. Tüm bu faktörler bugün kamuoyu nezdinde en çok konuşulan ve tartışılan konulardır. Dolayısıyla, aslında seçim HDP ve AKP arasında geçiyor. Bu durum çok belirgin olarak ortaya çıktı. HDP olarak bizler bu seçimin öneminin farkındayız ve bu sorumluluğu tüm Türkiye adına taşıyoruz.

Bu seçimlerde ekonomi çok tartışılıyor ve neredeyse öncelikli konuların başına geliyor. Bu durum pek çok açıdan sevindirici. Bunun birkaç önemli nedeni var. Birincisi, Türkiye’nin en önemli yapısal problemi olan işsizlik sorununa uzun süredir bir çözüm getirilememiş olmasıdır. Dolayısıyla, işsizlik insanlar açısından en önemli sorun çünkü günlük yaşamı doğrudan etkileyen bir unsur. İkincisi ise, Türkiye’deki yoksulluk sorunu. Türkiye, en yoksul ülkelerle benzerlik gösteren yoksulluk görüntülerine sahip. Öyle görüntüler var ki Bangladeş’le yan yana koyabilirsiniz. Bu yoksulluğun kalıcılaşmış olması, yoksulluğun idare edilerek, yoksulların oy depoları olarak görülmesi Türkiye’nin en önemli sorunlarından biridir. Ekonomiyi konuşmamızdaki üçüncü neden ise, Türkiye ekonomisinin sağlıklı bir büyüme modeline sahip olmamasından dolayı kaynakları daha fazla israf eden, sektörel yapılanmayı çarpıtan, asimetrik bir sektörel gelişime bağlı olarak ekonominin giderek kırılganlaşmasını sağlayan bir iktisadi karaktere sahip olmasıdır. Bu durumun getirmiş olduğu ciddi yapısal sorunlar var. Bugün inşaat sektörü temelli yürüyen, giderek ağırlaşan finansallaşmanın etkisiyle kaynakların belli ellerde toplanmasına neden olan bir yapıyla karşı karşıyayız. Tüm bu sorunlar aslında birbirine bağlı. Yani işsizlik, yoksulluk ve sağlıksız iktisadi büyümeyi birlikte ele alıp düzeltmek lazım. Biz HDP olarak ekonomi programımızda bunu başarmaya çalışıyoruz.

– HDP’nin ekonomi vaatleri biraz flu ve geri planda kaldı. Pek çok başlık üzerinden yapılan tartışmalar HDP’nin ekonomi vaatlerinin kamuoyu tarafından daha az konuşulmasına sebep oldu. Bu tespite katılıyor musunuz?

-HDP’yle ilgili ağırlıklı olarak konuşulan konu partinin barajı geçip geçemeyeceği meselesidir. Bu, bizim tercih ettiğimiz bir şey değil; kamuoyunun, yaygın medyanın ilgilendiği alan bu… Konu ağırlıklı olarak baraj meselesinde kilitlenmiş durumda ve etrafımızda böyle bir ortam var. Biz, tabii ki ekonomi programımızı fırsat buldukça topluma çeşitli medya organları üzerinden anlatmaya çalışıyoruz. Ancak, kamuoyunda gündemi oluşturan havuz medyaları, yandaş ve hakim basın organları gündemi istedikleri doğrultuda belirliyorlar. Ekonomi tartışmalarında şu noktayı net olarak söylemek gerek; HDP’yi ekonomi programıyla gündeme getirmemelerinin sebebi aslında HDP’nin programının tutarlı ve güçlü olmasından kaynaklanıyor. Bu konuda iddialıyız; bizim ekonomi programımız gerçek anlamda güçlü bir programdır. Çünkü politik iktisadı içselleştirmiş, bunun üzerinden siyaset ve toplum ilişkisini en sağlıklı biçimde ortaya koyan program bizimkidir.

– Ekonomi konusunu biraz daha açarsak, sizce HDP’nin ekonomi politikası ve ortaya koyduğu iktisadi vaatler yüzde 10 barajını aşırabilecek kadar güçlü ve yeterli mi?

-Eğer sağlıklı ve demokratik bir seçim ortamında olsaydık, insanlara ulaşabilmek noktasında diğer partilerle eşit olanaklara sahip olabilseydik, inanıyorum ki ekonomi söylemimiz ciddi bir fark yaratacaktı. Bugün seçimlere girerken eşitsizlik o kadar hakim ki, Hazine’den milyonlarca lira yardım alan partilere karşı bizler kendimizi anlatma mücadelemizi hiçbir yardım almadan yürütmeye çalışıyoruz. Yerel ve genel olarak 600’den fazla medya organını elinde bulunduran bir iktidar partisine karşı mücadele ediyoruz. Bu anlamda hiçbir olanak ve desteğe sahip olmadığımızı herkes biliyor. Biz ancak sokak sokak, kapı kapı dolaşarak kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Bu kadar adaletsizlik ve eşitsizliğin olduğu bir yerde elimizden geldiği kadar ekonomi politikalarımızı aktarmaya çabasındayız. Eşit şartlarda tartışma platformlarında karşı karşıya geldiğimizde, bizim ekonomi politikalarımızın halk nezdinde çok daha önemli bir yer tutacağı bir gerçek. Çünkü doğruluktan, emekten, haktan, emekçiden yana ve onların refahını yaygınlaştırmayı amaçlayan bir program. Geniş halk kesimlerinin bu kadar yoksul ve işsiz olduğu, emekçilerin bu kadar güvencesiz çalıştığı bir ülkede, halktan yana bir program elbette ki halkların desteğini alır.

-HDP’nin ekonomi politikalarının temelinde doğa ve emekten yana, cinsiyet eşitlikçi bir iktisadi anlayış oluşturma modeli var. Bu anlayış tam olarak neyi ifade ediyor?

-Uzun yıllardır insanların iktisatla bağları koparıldı. Ekonomi başka bir dünyada, siyaset ve sosyal yaşam başka bir dünyada devam ediyor. Bu bağın koparılması ideolojik bir şey ve neoliberal ideolojinin özellikle uyguladığı bir yöntemdir. Biz, sol bir partiyiz ve sol bir parti iktisatla siyasetin bağını kurar ve bunu ekonomi-politik olarak niteler. Dolayısıyla biz, ekonomi-politiğin bu paradigmasına karşı mücadele eden bir partiyiz. Peki, bu mücadeleyi bugünün sol anlayışıyla nasıl yapacağız? Bugünün sol anlayışını emek, doğa ve kadın mücadelesiyle bütünlüklü olarak ortaya koymalıyız. Dolayısıyla biz, sınıf mücadelemizi bu anlamıyla yeniden tanımlıyoruz ve böylesi bir ekonomi modelinin ancak başarılı olabileceğine inanıyoruz.

Bugün biliyoruz ki ekolojist mücadele, feminist mücadele ve işçi sınıfı mücadelesi bu anlamıyla yan yana gelmiş ve mücadelelerini sürdürüyorlar. Bu bağlamda, partimizin her kademesinde kadınlarımız eşit temsiliyet ile yer alıyor ve adaylarımızın yarısını oluşturuyorlar. Hayatın yarısı kadındır ve kadın mücadelesi bizim öncelikli mücadele alanımızdır. Emek mücadelesi bizim en temel unsurumuzdur ve örgütümüzün neredeyse tamamı emekçilerden oluşuyor. Doğa ise bizim için aslında yaşamın ta kendisidir. Emek de bu işin içindedir çünkü emek ve doğa kavramı birbirinden ayrı, yalıtılmış kavramlar olamaz. Dolayısıyla, bizim ekonomi değerlendirmemiz doğa, emek ve cinsiyet eşitlikçi eksen üzerindedir.

-Sizce Türkiye’de iktisadi vaatlerin siyasete, dolayısıyla seçim sonuçlara etki oranı nedir?

-Bu durum zaman zaman değişiyor ancak Türkiye’nin seçimlerini genel olarak incelediğimizde, iktisadi olayların etkisinin biraz gecikmeli yansıdığını görürüz. Yani, belli bir kriz yaşanır, bu krizin etkisi halka ulaşıp günlük hayatı etkiledikten sonra seçimlere yansır. 7 Haziran seçimlerinde de bu yansıma görülecek çünkü Türkiye, bir kaç yıldır iktisadi bir krizi artık belirgin olarak yaşıyor. 2008 krizinin teğet geçtiğini söylediler ama teğet falan geçmediğinin görüyoruz ve halk sonuçlarını bugün yaşıyor. Dolayısıyla, bu seçimlerde iktisadi sorunların etkilerini halkın oy verme davranışları üzerinde göreceğiz. Fakat şunu da söylemek gerekiyor; Türkiye seçmeni katı bir seçmendir ve özellikle yüzde 70-75’lik grupta oy verme davranışlarını kolay kolay değiştirmeyen bir seçmen gurubuyla karşı karşıyayız. Yani, iktisadi durum iyiye de gitse kötüye de gitse sağ ve sol partiler arasındaki seçmende pek fazla kayma olmuyor. Diğer yüzde 25-30’luk seçmenin içinde de çoğu zaten sandığa gitmiyor ve kararsızlığını koruyor. Aslında oy kaymasına maruz kalabilecek seçmenin oranı sadece yüzde 15 civarındadır. Yapılan araştırmalardan şunu görüyoruz; iktisadi olaylar Türkiye’de sadece bu yüzde 15’lik kesimin oyunu etkiliyor.

-HDP’nin ekonomi vaatlerini incelerken karşımıza “Ekonomide Demokratik Planlama” tabiri çıkıyor. Ekonomi içindeki demokrasi tam olarak neye karşılık geliyor?

-Ekonomide demokrasi kavramı üzerinde çalışan pek çok arkadaşım var ve onların çalışmalarından da yararlandık. Biz bu kavramı iktisadi alanın demokratikleştirilmesi olarak kullandık çünkü akademik kavramları halkla buluşturmak biraz zor olabiliyor. Peki, nedir bu kavram? Çok basit; demokratik planlama ile iktisadi alanın demokratikleştirilmesi aslında aynı kavramların farklı yerlerden okunmasıdır. Planlama daha teknik bir iş iken, ekonomik alanın demokratikleşmesi politik bir iştir ancak aynı amacı ifade ediyorlar. Halkın sürece katılmasını ve iktisadi kaynakların kullanılmasında söz sahibi olmalarını sağlayan bir modeldir. Biz zaten mahalle meclisleri üzerinden örgütlenen ve ekoloji, eğitim, ekonomi gibi çeşitli meclislerimizi hayata geçirmiş olan bir partiyiz. Programı da bu meclislerimizin çalışmalarıyla oluşturuyoruz. Halkın sürece katılması sonucunda ortaya çıkan demokratik modelle katılımcı ekonomiyi hayata geçirdiğimizde, oradan gelen verileri planlayabilecek bir mekanizmayı kurmak istiyoruz. İnsanlar artık siyasete daha fazla katılıyor ve karar mekanizması içinde yer almak istiyorlar. Bu da en temel demokratik hakları olarak kabul görmüş durumdadır. Bizim Kürdistan’daki belediyelerimizin uygulamalarında bunu zaten başarıyoruz. Halkımız bizzat sürece katılıyor ve belediyenin yapacağı işlerde öncelikleri belirlemede yol gösteriyor, iktisadi olarak da ya emek gücü ya da farklı katkılarıyla süreci tamamlıyor.

Bu, aslında bizim makro modelimizle de çok uyumlu. Emekten, doğadan, cinsiyet eşitlikçi bir modelden bahsediyorsanız, bu bizzat kadınların, doğa duyarlılığının ve emeğin karar sürecine dahil olmasıyla mümkün olabilir. Programımız bu açıdan tutarlıdır. İşsizlikle mücadele edeceksek bu ancak daha fazla emeğin karar sürecine katılmasıyla mümkün olabilir. Yoksullukla mücadele de aynı şartları gerektiriyor. Ancak bu şekilde en temel meseleler çözülebilir. Katılım sürecindeki ihtiyaçlar ve kaynakların belirlenmesi aslında sektörel yapıdaki çarpıklıkları da ortadan kaldırır. Bugün en büyük çarpıklığı kaynakların inşaata yığılmasıyla yaşıyoruz. Oysaki Türkiye’nin en önemli sorunu tarımdır. Tarımı öncelemek, iktisadi kaynakların bu alanda da olmasını sağlamak ve bu sayede küçük çiftçilik, esnaf ve kobileri güçlendirerek istihdam sorununu çözmek, yoksulluğu ortadan kaldıracak hamleleri yapmayı sağlayacaktır. Peki, çözüm bu kadar kolayken neden Türkiye’nin sorunları çözülemiyor? Çünkü böylesi bir iktisadi anlayış yok. Bugünün siyasi iktidarı ve sermaye yapısı duruma rantçı bir kafayla bakıp, toplumun iktisatla bağını sadece sosyal yardımlarla kurmasını sağlıyor. Biz bunu baş aşağı çevireceğiz.

-Türkiye’nin konjonktürel olarak içinde bulunduğu ekonomi-politik dengeler düşünüldüğünde, HDP’nin bu vaatleri hayata geçirilebilmesi sizce ne kadar gerçekçi?

-Bugünden yarına bir mucizeyle bu vaatler hemen gerçekleşmez elbette. Biz yarın iktidara gelsek, elimizde her şeyi bir gecede değiştirebilecek sihirli bir değnek yok ama bir yerden başlamamız gerekiyor. Biz iktidara gelsek de gelmesek de, aslında süreç başladı. Çünkü insanlara sırf propaganda döneminde bile bir şeylerin değişebileceğini anlattık ve birçok insan da buna kanaat getirdi. İnsanlar şunu anladılar; ülkede bir yoksulluk sınırı varsa, asgari ücretin miktarı bu sınırın yarısının altında olamaz. Bundan dolayı asgari ücreti 1800 lira yapacağımızı söyledik. 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 3600 lira ise, bunun yarısı asgari ücret olmalı. Aslında biz ortaya doğrudan insanı gözeten bir endeks koyduk. Önemli olan da siyaseti toplumsallaştırmak, toplumu ise siyasallaştırmaktır. Yapacağımız planlamalarla kısa vadeli meseleleri 1 yıl içinde, orta vadeli meseleleri 3 yıl içinde, uzun vadeli meseleleri de 10 yıl içinde çözebilmemiz mümkündür.

-Cüneyt Özdemir’in 5N1K yayınında şu ifadeyi kullanmıştınız: “YÖK’e hayır dememiz ve üniversite mücadelemiz aynı zamanda iktisadi bir programdır.” Bir öğretim üyesi olduğunuz da göz önünde bulundurulduğunda, HDP’nin üniversite politikaları ve üniversite ekonomi-politiği üzerine perspektifi nedir?

-Ben üniversiteye girdiğimde YÖK vardı, hala da var. Bu musibet üniversiteleri zapturapt altına almak için var. Zaten YÖK, 12 Eylül faşizminin getirdiği bir kurumdur ve bütün toplum bu ayıbı yaşamaya hala mahkûm ediliyor. Bundan üniversitelerin kurtulması lazım. YÖK’e hayır diyoruz; YÖK’te iyileştirme yapılmasını değil, tamamen kaldırılmasını istiyoruz. Bu, ideolojik bir karşı duruştur. YÖK’e neden karşıyız? Üniversal akıl dediğiniz şey ancak özgür bilimin yapılmasını sağlayabildiğiniz sürece var. Özgür bilim ise ancak özerk ve demokratik bir üniversite çatısı altında yapılabilir. Bilim insanı bu özgürlüğü hissedebilmeli ve anarşist ruhuyla olmayana ulaşabilmeli. Bilim insanı ancak bu yeteneğiyle üniversitede var olabilir; yeteneği olmayan da zaten tezini bitirip çekip gider. Türkiye’de doğru dürüst tez yazılmıyor ve araştırma yapılmıyor. Üniversiteler talimatla çalışıyor, rektörler atanıyor. Üniversitelerde devletin ideolojik çarkına uygun olarak çok fazla bürokratikleşmiş durumda ve buralardan bilim çıkmaz; çıkmıyor zaten…

Peki, ne yapmak gerekiyor? YÖK’ü kaldırmak, bilim insanlarını özgürleştirmek ve toplumun bilim hakkına hizmet edecek bir üniversite anlayışını oluşturmak gerekiyor. Toplumun bilim hakkı nedir? Toplumun en temel sorunlarına odaklanarak, hem bugünün sorunlarını aşmak hem de geleceği inşa edecek bir bilimsel faaliyet alanı yaratmaktır. Türkiye’de şu söyleniyor; Türkiye AR-GE’ye daha fazla pay ayırsın, teknoloji alanındaki araştırmalar artsın, yüksek teknolojiye geçilerek büyüme ve kalkınma olsun. Peki, ne zaman olacak bu? 2035’te, 2075’te… O halde bugünkü insanların hali ne olacak? Bugün insanlar kanserden ölüyorlar, yoksulluk altındalar, GDO’lu ürün tüketiyorlar. Bugünün sorunlarını çözecek akıl ve bilim nerede? Bu AR-GE yatırımları şirketlerin kendi özel laboratuvarlarında ya da üniversitelerin taşeronlaşmış kısımlarında yapılıyor. Oysaki üniversite özgür bırakılıp toplum yararına araştırma faaliyetlerine yoğunlaştırılır ise, işte o zaman oradan gelen bilgi ile üretim buluşabilir. Türkiye’nin önü ancak bu şekilde açılabilir çünkü bu, en sağlıklı ve özgürlükçü modeldir. Bu bağı koparan anlayış hem üniversiteleri bu hale sürükledi, hem de üniversiteyi emeğin kendini yeniden üretmesine kapattı. Bu bağlamda, YÖK’ü kaldırdığımızda, aslında yeni bir iktisadi programın da önünü açmış olacağız.

737560cookie-checkSezai Temelli ile HDP üzerine

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.