Türkiye’nin savaşma azmi var mı?

İyi kötü dil, din ve coğrafya birliği olan ve milyonları aşan bir milletin, dünyanın uluslaşma süreçlerinin hala devam ettiği bir bölgesinde, hele bir de fırsatını yakaladığında, kendi ulusal devletini kurma iradesini açıkça göstermesi kaçınılmazdı ve bu nihayet, Irak Kürdistanı bağlamında Barzani’nin bağımsızlık referandumuyla gerçekleşti. Kuşkusuz, Barzani’nin önünde daha hayli engebeli bir yol var. Fakat neresinden bakılırsa bakılsın, Irak Kürdistanı’ında kritik bir eşiğin aşıldığı kesin.

Referandum ilanı ve sonuçları karşısında, başta Irak merkezi hükümeti olmak üzere İran ve Türkiye’nin tedirgin olması ve tepki göstermesi anlaşılır bir durum.  Nitekim, üç ülke hükümetleri de aralarında süregelen gerilim ve çekişmeleri bir kenara itip, ‘Kürt tehdidi’ karşısında hemencecik kenetlenmekte gecikmedi.

Ancak şu bir gerçek ki, gerek uluslararası hukuk gerekse basit mantık açısından, Irak Kürdistanı ile hesaplaşma mecburiyeti ve hakkı, sadece ve sadece merkezi Irak hükümetine aittir. Kendi Kürt sorunlarına olumsuz yansımaları olacağı varsayımıyla, İran ve Türkiye, Irak Kürt yönetiminin son çıkışına gümrük kapılarını kapatmak, ambargo uygulamak ya da bağımsızlığını tanımamak gibi yöntemlerle tepki gösterebilirler; bu yöntemler ne kadar fayda sağlar, tartışılır; fakat her halükarda, başvurabilecekleri yöntemler, bu tür ekonomik ve diplomatik önlemlerle sınırlıdır. Yani kalkıp ‘ben sana bağımsız devlet kurdurtmam’ diyerek işgale girişemezler; bu bağlamda da ordularını sınıra yığıp tatbikatlar yaptırarak tehditte bulunmaları abestir.

İran’ı bilemeyiz ama, Türkiye’nin tam da böyle bir yola saptığını görüyoruz.  Oysa Türkiye, daha düne kadar bölgedeki ‘tek müttefiki’ olarak adı geçen Irak Kürdistan yönetimine (İKBY) bu kadar sert ve sonuç vermeyecek bir tepki göstermek yerine, pazarlığa dayanan daha nüanslı bir yaklaşım sergileyebilir, en azından Irak Kürtlerinin bağımsızlık inisiyatifiyle mücadele gibi kendi üstüne vazife olmayan bir işi Irak merkezi hükümetine bırakabilirdi.  Türkiye, Bağdat’ın ve uluslararası camianın nihai onayı ve daha geniş bir meşru zemin üzerine oturduğu taktirde, Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık perspektifine bir itirazı olmadığını beyan edebilir, böylece referandumla ilgili çekince ve uyarılarını daha ikna edici şekilde savunabilirdi.  Başka bir deyişle Türkiye,  Kürtlerin minimalist taleplerinin prensipte kabulüne karşılık, maksimalist kazanımlarını sınırlamaya yönelik bir yol izleyebilir, örneğin çok önemser göründüğü Kerkük ve Türkmenler konusundaki bazı ‘kırmızı çizgilerini’ Barzani yönetimine kabul ettirme imkanını da belki şimdiden bulabilirdi.  Fakat daha başından köprüleri atınca, kendi koşullarını ortaya koyma imkanından da yoksun kalmış oldu.

İlginçtir ki Türkiye, topu Bağdat yönetimine atmak şöyle dursun, Barzani’nin girişimine tepki göstemede kraldan çok kralcı oldu.  Referandumun, kendi Kürtlerine kötü örnek olmasından endişelendiği anlaşılıyor.  Bu endişesinde haklı olabilir, fakat diğer taraftan, kendi için daha hayati bir hususu unutmuşa benziyor: PKK ile mücadele eğer öncelikli bir sorunsa, Türkiye Irak Kürdistanı’yla iyi geçinmek zorunda. Irak Kürtleriyle iyi ilişkiler, PKK ile mücadelenin da ötesinde, Türkiye’nin genel olarak kendi Kürt sorununu çözme veya ‘yönetme’ kapasitesinde de belirleyici bir öneme sahip.  Irak Kürtleriyle olağan işbirliğinin de ötesine giden ‘ittifak’ın temelinde de bu gerçek yatıyor.  Şimdi sesi birden yükselen bir koro tarafından, AKP hükümetlerine ve RTE’ye böyle bir ittifaka girdiği ve Barzani’ye kırmızı halı döşediği suçlamasıyla veryansın ediliyor.  Tuhaf olan şu ki, muhalefetin sadece sağ değil ‘sol’ kanadından da pek çok ses bu koroya katılıyor. En büyük muhalefet partisi sıfatını taşıyan CHP’den gelen sesler de buna dahil. Oysa AKP hükümetleri ve RTE’nin Barzani’ye kucak açması yanlış değildi; yanlış olan, bugün yaptıklarıdır.

Hangi gerekçeyle olursa olsun, bir saldırıya uğramadıkça, Türkiye’nin Irak’ın ve dolayısıyla Irak Kürdistanı’nın içişlerine karışma ve hele de askeri müdahalede bulunma hakkı olmadığı açıktır.  Şimdilerde bazı yetkililerce iddia edildiği gibi, 1926 Ankara Antlaşması da Türkiye’ye bu hakkı vermez.  Bu anlaşmanın Türkiye-Irak sınırlarını düzenleyen maddesi, bu sınırların değiştirilemezliğini emreder ama, bizzat Irak içindeki bir sınır değişikliği hususunda Türkiye’ye ne bir yükümlülük getirir ne de herhangi bir hak sağlar. Irak’ın bağrından bağımsız bir Kürt devletinin çıkması durumunda, değişecek olan Türkiye değil Irak sınırlarıdır.  Böyle bir olasılık, Türkiye’nin yeni Kürt devletiyle savaşa tutuşmasını değil, olsa olsa Ankara Antlaşması’nın yeniden düzenlenmesini gerektirir.

Kuşkusuz, yapılan referandumun kapsamı ve meşruluğu ile ilgili sorunlar, ya da Barzani’nin yayılmacı manevraları ve fırsatçı emrivakilerinden kaynaklanan sıkıntılar Türkiye ve Irak’a komşu diğer ülkeler için de haklı itiraz ve protesto nedeni olabilir, ama bunların hiç biri askeri müdahale için gerekçe oluşturmaz.

Diğer taraftan, kabul etmek gerekir ki, tüm eksiklik ve aksaklıklarına karşın bu referendum Kuzey Irak’taki Kürt halkının tercihleri konusunda yeterince bir fikir vermektedir: bu halk, ekonomik ve lojistik bakımdan kendisi için yaratacağı bütün dezavantajlara rağmen, bağımsız bir devlet istiyor; daha doğrusu, zaten varolan bir fiili durumun hukuken taçlandırılmasını talep ediyor.  Çokbilmişlerin sık sık tekrarladığı gibi, yeni Kürt devletinin bir İsrail ya da Amerika ‘projesi’ olduğunu ileri sürmek de bu noktada hiç aydınlatıcı değil, çünkü ortada iyi kötü örgütlenmiş bir halk ve onun ortaya koyduğu bir irade var.  Israrla ‘projeler’den bahsetmek, bu açık gerçeği görmezden gelmenin bir yolu ama pek anlamlı değil maalesef.  Ya da, sözgelimi, sırf kaderi Sovyet Rusya’nınkiyle bir dönem kesiştiği için, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir ‘Sovyet projesi’ olduğunu savunmak kadar anlamlı ancak (Bunu zamanında ciddiyetle savunan da olmadı değil; hatta, daha ileri gidip, T.C.’nin bir ‘İngiliz projesi’ olduğunu iddia edenler olduğunu da biliyoruz, fakat bütün bu bol keseden spekülasyonların iler tutar tarafı olmadığını görmek zor değil herhalde).

Şimdi, Türkiye’nin Kuzey Irak’a askeri bir müdahalede bulunma hakkı yoktur diyoruz; peki hakkı yoktur da, acaba gücü var mıdır?  Türkiye gözünü karartıp gerçekten Irak Kürdistanı’na girerse, arzuladığı sonucu alabilir mi? Bunun için devasa kayıpları göze almaya hazır mıdır? Sahi, Türkiye’nin Irak’ta savaşmaya azmi var mıdır? Herhalde şu gelinen noktada asıl sorulması gereken soru bu.

Bu soruya olumlu bir yanıt vermek güç. Dünyanın sayılı büyüklerinden olmasına rağmen, kabul etmek gerekir ki Türk ordusu halen kanadı kırık bir topal ördek durumundadır. Eğer bu benzetme abartılıysa, en azından şu kadarını söyleyebiliriz ki Silahlı Kuvvetler, moral-maneviyat bakımından tam bir zaafiyet görüntüsü içindedir.

Fakat Silahlı Kuvvetler’in de ötesinde, toplum genelinde benzer bir zaafiyetten bahsedilebilir.  Bizzat kendilerinin de zaman zaman yakındığı gibi, milliyetçiler bile, eski milliyetçiler gibi değil sanki.

Devlet Bahçeli geçen gün, beş bin kadar ülkücünün Irak’ta gönüllü savaşmak için beklediği yönünde bir açıklama yaptı. Hemen mizah konusu oluveren bu açıklama üzerine sosyal medyada dolaşan esprilerden biri de şuydu: ‘Kerkük’e gitmek üzere yola çıkan 5 bin ülkücü Edirne’ye ulaştı’. Oldukça anlamlı bir espri, zira ben kendi hesabıma, burnundan kıl aldırmayan bazı ülkücülerin, oğullarının askerlik görevlerini Doğu’da yapmamaları için fellek fellek torpil aradığını bilirim.  Bu tür davranışları genelleştirmek elbette doğru olmaz ama, şu kadarını teslim etmek gerekir ki, Türkiye’de giderek büyüyen ve radikalleşen lumpen işsiz ordusuna rağmen, başkalarının Kürtleriyle savaşmak şöyle dursun, kendi Kürtleriyle (yani başta PKK ile) bile savaşmak için yanıp tutuşan tümen tümen adam olduğu şüphelidir.

Bu gerçeği kimse görmüyorsa, en azından Barzani’nin gördüğü ortadadır.  Türkiye’nin tehditleri karşısında dik durmasının bir nedeni de budur (Asıl belirleyici neden kuşkusuz, IŞİD’le mücadelenin baş aktörlerinden biri olarak, o mücadeleye odaklanmış Amerika’dan gördüğü destektir). Bu şartlarda görünen o ki, Türkiye’nin yüksek perdeden savurduğu tehditler fazla etkili olmayacak ve pek de uzun olmayan bir süre içinde, bir bir boşa çıkacaktır.  Son on yıldan fazladır Türk dış politikasına damgasını vuran, ‘önce kabarıp, celallenip, ardından şap üstüne oturma’ görüntüsü, İsrail, Rusya ve Suriye örneklerinden sonra, şimdi de Irak’ta ortaya çıkacaktır korkarım. Bu görüntünün Türkiye’ye nasıl bir prestij kaybına malolduğu meydanda. Getirdiği maddi kayıp da cabası. Fakat bu sefer, bu kayıplar daha da büyük olacağa benzer.

4 Ekim 2017

________________________________________

Not: Yukarıdaki yazı, Barzani’nin referandum kararının hemen ertesinde kaleme alındı.  Aradan geçen yaklaşık yirmi günlük sürede, Barzani’nin hesabının tutmadığı, tam da klasik deyime uygun şekilde, ‘Bağdat’tan döndüğü’ görüldü. Peşmerge, tahminlerin aksine, Kerkük’te direnmedi ve adeta kaçarcasına şehri terketti. Bu görüntü, Kürdistan yönetiminin kendi kazanımlarını muhafaza etme konusundaki iradesine dair kuşkulara yol açtı. Bu durumda, yukarıdaki yazıda Türkiye için sorduğum soru elbette Irak Kürtleri için de sorulabilir: Kürtler bağımsızlık için bedel ödemeye ne kadar hazırlar? Bu amaç doğrultusunda sınırlı imkanlarını sonuna kadar zorlama ve savaşma azimleri var mı? Kürtler Kerkük’ü savaşmadan terkettiler, ama bu şehir onların anavatanının dışında kalıyordu.  Resmen kabul etmeseler de, çok muhtemeldir ki Kerkük, Kürtlerin nihai planda bir pazarlık kozu olarak ellerinde bulundurduğu bir yerdi ve bu kozu kullanmak için, güçlü bir direniş göstermeleri beklenirdi, ama göstermediler.  Fakat bu, kendi has topraklarında da bir direniş ortaya koymayacakları anlamına gelmiyor. Sonuç olarak, bugünden görünen o ki, Irak’taki Kürt bağımsızlığına dönük girişimlerin önü daha bir süre kapalı kalacak. Lakin günü gelip konjonktür elverdiğinde, bu girişimlerin tekrarlanacağına şüphe yok. Tekrarlandığı zaman da, ölümüne savaşanlar büyük ölçüde Kürtler olacak, başkaları değil. 

2132310cookie-checkTürkiye’nin savaşma azmi var mı?
Önceki haberPatlamaya hazır balon
Sonraki haberSırbistan’dan et ithal eden Türkiye’de hayvancılık işte böyle bitiriliyor!
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.