Malatya çocuk yuvasında çocuklara uygulanan şiddet hepimizi üzdü. Aslında çevremiz şiddetle çevrili. Son günlerde ürettiğimiz haberlere bir göz atmak yeterli.
Koskoca İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, bir çuval inciri berbat edercesine “İsrail haritadan silinmelidir” deyiverdi. Bu garip demeç ABD’nin İran’a baskılarına karşı çıkan devlet, sivil toplum örgütü ve sağduyulu medyayı şaşırttı. Tabii ABD ve İngiltere fırsat bilip “Savunmaya çalıştığınız mentalite bu” demeyi fırsat bildi.
Tencere dibin kara hikayesi ABD ve İngiltere’nin Irak’ta 100 bin sivilin ölümüne neden olan işgaline ne demeli? ABD’nin Küba toprağı Guantanamo’ya el koyup tutsakları uluslararası anlaşmaları hice sayarak sistemli işkence yapmasına demeli? Ya da en önemlisi bütün bu olup bitenlere ses çıkarmayan, duyarsız, umarsız insanlara, sivil toplum örgütlerine, sendikalara, hükümetlere neler demeli?
Şiddet aslında yeni değil. 12 Eylül 1980 cunta döneminde uygulanan işkenceleri yine o dönemin görgü tanığı Ertuğrul Mavioğlu, “Asılmayıp Beslenenler” kitabında anlattı. 12 Eylül işkencelerini ayrıntılı olarak bu satırlarda anlatmak bile okurlarda travma yaratabilir. Halkın vicdanında 12 Eylül cuntası ve o dönemin dosyası hâlâ yargılanacakları günü bekliyor. O dönemi yaratanlar ölseler bile gıyaplarında yargılanacaklar.
***
İnsanlık tarihinde “şiddet” ilk kez geçen yüzyılda Alman Nazistler’ince kurumsallaştırılmıştı. Nazi kamplarında yapılan sistemli işkence ile soykırımına dönüştürülen katliamda 1,5 milyon çocuk yaşamını yitirmişti. Hitler faşist dikdatörlüğü altında 1933’den 1945’e Musevi çocukların yüzde 89’u yok edilmişti.
Peki şiddetin kökeninde ne yatıyordu? Şiddeti kurumsallaştıran faşizm neden Almanya’da kök salabilmişti? Yaşlı teyibimi Londra’da yaşayan ve Faşist Franko’ya karşı savaşan bir aileden gelen Dr. Felicity De Zulueta’ya tutmuştum.
İngiltere ulusal basınının da şiddet konusunda sıkca görüşlerine başvurduğu bilim kadını bu soruların yanıtını “Acıdan Şiddete” adlı bilimsel araştırmasında yanıt arıyordu.
Zulueta’ya göre, sevgisizlik ve çocuklara atılan dayak şiddete kaynaklık ediyordu. İnsanlar sosyal, psikolojik ve biyolojik olarak birlikte yaşamak zorundadır” diyen Zulueta, bu zorunluluğun bilimsel olarak, “Sevgi Bağı Teorisi” (Attachment Theory) açıklandığını şöyle anlatmıştı:
“İngiltere’de Dr. J. Bowlby’nin geliştirdiği teoriye temel olan deneyde, anneler bir süreliğine çocuklarından ayrılıyor. Anneler döndüğünde çocuklarin tepkisi ölçülüyor. Normal çocuklar annelerinin boynuna atılırken, sevgisiz büyüyen, dayak gibi fiziksel cezalar uygulanan, kötü bakılan çocuklar annelerin gelmesini istemiyormuş gibi görünüyor.
‘Çekingen-Avoidant’ diye adlandırılan bu gruptaki çocukların bilinç altında yer edecek davranışlar, yetişkin çağa gelindiğinde ‘re-enacting’ yani ailenin bir tekrarı olarak ortaya çıkacaktır. Diğer insanları bir obje olarak görme eğiliminde olacaklardır. Kendilerini değerli bir insan olarak görmedikleri için de diğerlerini aşağılama, onlara zarar verme eğilimini yansıtacaklardır…”
“Bu teori, bizim genetiksel olarak kötü olmadığımızı, gelişimimizdeki bazı değişkenlerle ilintili olduğunu göstermesi açısından önemlidir” diyen Zulueta’ya göre bu çalışmanın bir başka önemi de Almanya’da gelişen faşizmin psikolojik açıklamasında kullanılması…
Zulueta faşizmin psikolojik nedenini de şöyle açıklıyor:
“Hitler öncesi Almanya’da çocuk yetiştirilmesiyle ilgili duvar boyu kitapların içeriğinde şiddet uygulaması vardı. ABD’de yapılan araştırmalarda ‘Avoidant’ grubuna giren çocuk sayısı yüzde 20-25 gibi yüksek bir oranda bulunurken, faşizmin kök saldığı Kuzey Almanya’da bu rakam yüzde 50 dolayındaydı.”
Zulueta’ya göre, Hitler faşizmine zemin hazırlayan bu yüksek oran, Alman kültürüyle doğrudan ilintili. Kuzeyli anneler, yine kendi annelerinden öğrendikleri gibi erkek çocukları yürümeye başladıklarından itibaren “sert mizaçlı erkek” karakterinde büyütmek için sevgisiz davrandılar. Bir başka anlatımla çocuklara ekilen fazlasıyla biçildi…
“Almanların Musevilere uyguladığı şiddetin, Musevilerce aynı yöntemlerle Filistinlilere uygulanmasına ne demeliydi ya?” Araştırmasında bu konuya da yer veren Zulueta, bu durumu sürekli dayak yiyen çocuğun yetişkin hale geldiğinde babasının bir tekrarı olması “re-enacting” ile açıklıyor.
***
“Peki. Gönüllü ya da aldıkları emir gereği, belki de ideolojik kılıflara sığınarak ihtiyar, kadın ve çoluk çocuk demeden katliam yapanlara, işkencecilere ne demeliydi? Ne tür insanlardı?”
Zulueta, ABD’li Milgram’ın “Otoriteye İtaat-Obedience” araştırmasından söz ederek sorumuzu yanıtlıyor. Milgram’ın araştırmasına göre; ABD’de gazete ilanı ile sıradan denekler toplanıyor. Birbirinden habersiz deneklerden biri elektrikli sandalyeye bağlanırken, diğeri de elektrik kontrol odasına alınıyor. Deneğe, sandalyede oturanın soruları doğru yanıtlamadıkça elektrik akımını öldürücü derecede artırması söyleniyor. Sıradan ABD yurtdaşının yüzde 25’i söylenene itaat ediyor. Yani sandalyede oturanı gözünü kırpmadan öldürebiliyor…
“Bu gerçekten korkunç bir sonuç” diyen Zulueta deneyi şöyle yorumluyor:
“Otoriteye itaat eden yüzde 25 oranındaki deneğe çocukluk yıllarında ‘senin iyiliğin için’ denilerek dayak atılmıştır. Bu demokratik toplumlarda son derece kaygı verici bir durumdur. Çünkü katil ve caniler bir canavar değil, sıradan insandır. Tıpkı bir bilgisayar programı gibi, çocukluklarında doldurulan insanlar, yine ‘kendi iyilikleri için’ şiddet ve vahşetin gerekli olduğu savıyla katliamlara, savaşlara gönderilebiliyor. Hitler de Musevileri toplumdaki bir hastalık olarak gösterip yok edilmelerinin Almanların iyiliğine olacağı propagandasını yapmamış mıydı?”
Günümüzden örnek verirsek; ABD, sizin iyiliğiniz için diye Irak’ı işgal etmemiş miydi? Zulueta’nın anlattıkları, bir üyesi olduğum “Dayak cennetten çıkmış” deyimini yaratan Türk toplumu için daha da ürkütücüydü.