Sanırım bazı uzun sevinçler bekliyorduk o sıralarda…
derinden yeni çıkmış iki şaşkın balık…
Çok mu hayaldik çok mu gerçektik bilmem
ellerimiz olmadan da bir resmin içinde
varolmaya çalışan iki balıktık sadece..
çünkü bilirsin…ellerimiz olsa…
çünkü o zaman bütün yaşananlardan sonra…
‘elimizde değil’ diyebilirdik bakınca arkaya..
şüphesiz bir hayalin resmiydik
her sabah ve her akşam…
işe gelir işten gider
uyur uyanır yaşar gibi yapar…
sonra kendimize dönerdik…
tozlu toprak yolun çocukluğundan
misketlerimiz vardı geçmişten saçılan
oynamasaydık da ne yapsaydık?
Bir şeyi ne kadar çok bastırırsan
o kadar çok ortaya çıkıyor derindeki…hala öyle…
Birşeyi ne kadar çok istersen
o kadar kaçıyor dışarıdaki…hala öyle…
Boyalı yüzlerin arkasında tutulan sessiz yaslar..ve hala var…
Ömrümüzün en güzel şiirini yaşayıp da ‘şanslıydık’ demek ne kadar
yakışık almazsa
yine öyleydi bir özrün telafisine saklanmak da.
Biz özürlü filan değildik çünkü
şans demek haksızlık..
biz olsa olsa iki güzel balıktık…
Ne boya sürdüm sözüme
ne yasak taktım kalbime
ne komiktim
ne üzgün
ne de yaşadığımın üstünü çalı çırpıyla örttüm…
ne roldü ne pusuydu ne oyun..
ben sana hiç yalan söylemedim
ama sustum.
Bazen insan kayboluyor ya hani birdenbire…
bu insan kaçması, bu yokolma, bu nedensiz gömüt…
taştan duvardan bir anıt oluyor ya bazen…
insan öyle kaçıyor ki bazen kendine..
öyle kaçıyor ki…
kendi bile bulamasın istiyor kendini…
kendi sesini yabancılıyor kendi yüzünü yabancılıyor…
bir isim söylerken yakalamamak için sesini,
yüzünü onu düşünürken bulmamak için…
öyle kaçıyor ki…
Hani ipi kopan balon gibi ağzı açılıp..
fırlayıp bir duvardan bir duvara
çarpa çarpa
öyle kaçıyor ki…
bunun için…
Az önce sesini duydum sandım.. belki de öyle..
arayan sen miydin yoksa senin suretinde …
Mesela bana bir şarkı ismi sormuşsun mesela
ve ben bilemezsem korkusuyla ürpererek…
neyse…
balonlarım varmış meğer benim
oynamasaydım da ne yapsaydım?
Sensiz hayat,
cenneti sürekli ıskaladığım bir araf.
Renk desen gri ses desen kısık,
gün doğmadan aklıma düşmeler,
ani telefonlarda paniklemeler,
yarı kaçık süzüşlerde dalıp esnemeler,
otopark görevlileri otopark görevlileri otoparklar…
ne çok otopark var bu şehirde…
Senli benler bensiz senler..
sevinçli kucaklaşmalar,
çıkılmamış yollar
varılmamış kararlar
sapaklar…yalanlar… kurgular…
neyi unutmak gerek şimdi …
ve neyi hatırlamak?
ya bu sayıklamalar
dünsüz yarınlar?…
konuşulanlar konuşulanlar
konuşmadıklarımız…
hayır hayır hiçbiri…
yada tamam al hepsi…
hepsinin içinde
bir tramvay yalnızlığı..
ve ben tramvayın yanından yürüyorum..
dalgınım, çantasızım, kulpsuzum,
Beyazıtdayım.
işte tam burada
evimden uzakta
seni böylesi tuhaf bir meydanda
hatırladım.
Buraya bakın buraya bakın buraya bakın…baksanıza beeee…
Bir mermi gelip beni bulsa…
bulsa beni o mermi
gelip girse şakağımdan
delip geçse seninle dolu o yerden
oyup çıkartsa seni beynimden…
çıksan kafamdan…
çıkartsa seni o mermi…
ah o mermi…
ben o mermiyi…
siler cilalar saklardım yine…
senden bir iz kalsın diye..
Soru sorma yaşını geçtiğimdendir belki
sormaya zorlanışım ‘nasılsın’ diye…
belki çok iyisindir…
belki o kadar iyisindir ki bensiz,
ben o iyilikle nasıl baş edebilirim?…
neyse neyse…
Dün geçti de aklımdan
Beyazıt meydanında
sureti aslıma işleyen adam…
açıp kollarımı…
diyemedim…
Ben sana hiç yalan söylemedim
ama korktum.
Adam bir nefes alıyor
kadın o nefesi tutuyor…
kadın başını eğiyor
kadın başını eğdi
eğince başını kadın..
kadın eğmesin başını…
kes yapıştır her dilde aşkın dili aynı ..
sana ben hiç…
söylemedim…
Kendimin her şekliyle ilk defa seninle yüzleştiğimden,
hiç bir yazılı belge olmadan yüzleşmeyi de becerebildiğimden,
belki bu yüzden…
Kimine sırf yalan olsun diye
bari benim de bir yalanım olsun diye
yalansız da yaşanmayacağını ispat etmek istercesine
hikayeler yazıyorum.
aklıma; şüphesi kendinden büyük tohumlarla sürülen
tarlalar muamelesi yaptığımdan…
Ah o cümle bitmeden çıkartsaydı seni şu mermi kafamdan,
asılı kalan bir cümlenin etrafında dönüp dolanmadan,
tamamlardım paragrafı, koyardım noktayı, biterdi bu film…
Evet bir yalanım var sana..hatta dün..
çakmadan önce tahta kazıkları toprağa
ben seni değil başka birini gömdüm.
bu yalan sana değil
elbette bana.
yakalanması gereken sanık şüphesiz ki
sen değil bendim…
oturup kendime uzun uzun güldüm..
ve uzun uzun bunu düşündüm…
‘ben sana hiç yalan söyledim mi?’
Niçin bir merminin gelip beyninin içinden onu bulup çıkartmasını
bekliyorsun?
Niçin o mermi o kafanın içindeki şeyden daha önemliymiş gibi
davranıyorsun?
Yakalanması gereken hepi topu balonu bağlayacak bir ip..
neden o ipi sürekli sürekli sürekli kaçırıyorsun?
Sahicilikten ve inandırıcılıktan uzak
bir hayal geminin içinde
niçin niçin niçin sürükleniyorsun?
demedi…
kimse demedi…
denmez zaten.
Bütün bunların bir filmin içinden geçen replikler olduğunu varsaydım.
bir filmin içinde iki neşeli balık..
öyle ya gerçek olsak birbirimize sarılı kalırdık.
Beynimi delip konuşuyordu o ses…
‘Mektuplar yazılmaz
mektuplar gönderilir…
Elde kalan mektupların hiç bir hükmü yoktur
çünkü hiç bir dilekçe varmadığı sürece adresine
yürürlüğe konmaz…konamaz’..
dedi…
ben dedim…
Beyazıt meydanında dedim…
Seni düşünmek için neden burayı seçmiştim…
Seni düşünmek için neden hiç bir şekilde sözünü bile etmediğimiz bir
yeri
asla ayak basmadığımız bu yeri…
Bilmiyorum.
Burada bildiğim bir noter yok…
kim vuracak şimdi körolası mührü sensizliğime?
ben sana hiç yalan söylemedim ki..
Küçümseyişleri çok önemsiyoruz belki hatamız bu.
Canı cehenneme diyemez mi insan şu kahrolası egoya,
kandıramaz mı yada kısayollu…
Suçlu muamelesi yapamaz mı tutuklatamaz mı,
bana zarar veriyor peşimi bırakmıyor diyemez mi..
asılamaz mı ego büyük meydanlarda,
insanlar çıkıp bakamaz mı uzaktan ölen egolarına…
olamaz mı canım?
Hadi ama biraz eğlenemez mi insan kendiyle…
kendine acımadan
sevemez mi kendini utanmadan?
Ulan nasıl da çaktı adam kafamı buz dolu kovaya …
diyemez mi insan?
diyemiyor…
Beyazıt meydanı kalabalıktı…
Zamanı gelmiş bir düşünceyi asla zapdedemez insan..
O buz dolu kovayı çatlatır da kafan,
bir allahın kulu da ‘ne demeye kırdın kafanı’ demez korkusuna…
‘Ulan eriyecekti zaten bekleseydin’ demez…
Beyni çatlar ama konuşamaz insan,
mermi savurur yine konuşamaz,
tren geçse üstünden ı ıh…
Bazı şeyler konuşulamaz…
Orada o meydanda
Beyazıt’da
o sopsoğuk mermi
şakağımdan girip alnımdan seni çıkartmadı ya…
Herşey aynı kalır mıydı?
Büyük taş duvarı geçince durdum,
yüzyıllık merdivenin üzerine yığılıp kaldı
onca şaşkınlığım.
Böyle bir gün yaşamak istemezsin…kimse istemez.
O çöreklenme sekiz ay sürdü sen hissetmeden…
Yoldan geçer misin umudu da olmadığından,
nasıl göründüğümün bir önemi yok…
Ne dövüşmeye hazırdım
ne konuşmaya
ne tutunmaya
ne savunmaya…
öylece bir taş
öylece bir taş
durarak ve hiç durmadan
saklanarak…
hayır yalan söylemedim…
ama sustum.
Bir silgi hemen bir silgi… bir kimlik… biraz para…
güneş biraz ..biraz mendil …hadiiiii gidelim…gitmeliyim…
aklıma bir isim bulmalıyım
ona bir isim vermeliyim
ve aklım konuşurken seninle
bu ben olmamalıyım…
ben tramvaya binip giden olmalıyım…
tramvay ben olmalıyım..
gittik..
ben artık bir tramvayım.
ben kırmızı bir tramvayım.
aynı yolda gidip gelen gidip gelen dönüp duran ..
hiç sapmadan ve çıkmadan yoldan
böyle böyle geçti zaman..
zaman değilse eğer, geçen neydi aramızdan…
balon desen değil misket desen değil
taş desen duvar desen değil
ne çocukluk
ne ihtiyarlık…
zaman durdu yaş durdu taş durdu
durduk.
gerçek olsaydık sarılır kalırdık
elimizde olsaydı döner bakardık…
ama biz seninle
iki güzel balık…
sana ben…
hem de hiç…