“Düşündüğün dilde seviş, düşmanının dilinde savaş”

Bir ‘terzi yamağı’ düşünün…
Bir gece öncesinde Paris’in en lüks otelinde şaşalı defilesi ayakta alkışlanıyor, ertesi gün uçağa atlayıp Süleyman Demirel Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü öğrencilerine konuşmak için Isparta’ya uçuyor. Hatta o geceyi çocuklarla birlikte yatakhanede geçiriyor.

Bir ‘terzi yamağı’ düşünün…
Bir gece öncesinde Özalları, Yılmazları, Çillerleri giydiriyor, ertesi gün Selçuk Üniversitesi’ne gidip “ülkücüler seni dövecek” laflarına aldırmadan konuşmasını yapıyor ve Konya’yı ülkücülerin omuzlarında terk ediyor.

Bir ‘terzi yamağı’ düşünün…
Bir taraftan, Orta Afrika ülkelerinin devlet başkanlarına resmi terzilik yapıyor diğer taraftan Anadolu coğrafyasındaki öğrencilerin, transeksüellerin, travestilerin, madde bağımlılarının, tacize uğramışların, özürlülerin, engellilerin, fakirlerin ve sokak hayvanlarının derdini dert ediniyor.

Bir ‘terzi yamağı’ düşünün…
Bir taraftan kapitalizmi ‘Kapitalizm’ yapan, tabiri caizse ‘kapitalizmin göbek deliği’ olan güzellik, estetik, hedonizm, kendine tapma, bireyselcilik, gelip-geçicilik ve tüketim kavramlarını pompalayan ‘moda sektörü’nün zirvesinde, diğer taraftan bu kavramlarla uzaktan yakından alakası olmayan, can derdinde, ekmek derdinde, geçim derdinde olan (yada olacak) gençlerle kol kola girip türküler söylemekte.

Bir ‘terzi yamağı’ düşünün…
Burjuva ailesini, görgüsünü, bilgisini, donanımını, hitabet sanatını ve dikiş yeteneğini nakdine nakit katmak için kullanmak yerine, o uçak senin bu otobüs benim, o tren sizin öbür araba bizim Anadolu’daki üniversitelere ulaşıp “Düşündüğün Dilde Seviş, Düşmanının Dilinde Savaş” başlıklı konferanslar veriyor.

Bu lafını esirgemeyen ‘terzi yamağı’nı geçen perşembe Maslak’ta bir internet ajansının konferans salonunda dinledim. En öndeydim ve büyülendim. Hayatının son 4 yılını zıt kutuplar arasında mekik dokuyarak geçirmiş Barbaros Şansal’ı mutlaka size de tanıtmalıydım. Malum, günümüzde ‘bir elden alıp diğerinden vermek’ nadir bir olgu. Bu durum Sufizmin bir başka yorumu muydu? Modern ‘Robinhood’culuk mu? Bu coğrafyaya bir vefa borcu olabilir miydi? Yoksa aksiyona dönüşmüş vatanseverlik mi?

Konferanstan üç gün sonra bu sıradışı ‘terzi yamağı’nın dizinin dibindeydim. Yıldırım Mayruk Modaevi’nin masalsı atmosferinde 40 yıllık dostmuşuz gibi ağız dolusu gülücük ve çılgın kırmızı gözlükleriyle karşıladı bizi Barbaros Bey.

Ben sorularımı sorarken, bir taraftan TİYATRO MAAN’da transseksüel oyuncularla birlikte rol aldığı ‘Üç Kuruşluk Mahalle Dersleri’ adlı oyununu yazarı ve yöneteni Dilruba Saatçi hanım ziyaretlerine geldi, bir taraftan Van 100. Yıl Üniversitesi’nden arayıp “Sizi davet etmek istiyoruz ama rektörlük izin vermiyor” dediler. Bir taraftan Sinop Kent Konseyi Gençlik Meclisi Girişimcilik ve İstihdam Komisyonu’nun düzenlediği “Sinop Çalıştayı 2010″na katılıp oradan da, aynı gün 4,5 saatlik yolu arabayla tepip Bilkent Üniversitesi’nde bir başka konferansa katılabilmesi için uçak biletleri ayarlandı, diğer taraftan Türkan Şoray’ın mesajına istinaden kendisine telefonla ulaşılmaya çalışıldı. Ama üretkenliği, enerjisi, aktiviteleri ve bütün bunları sarıp sarmaladığı çılgınlığıyla 4 saat boyunca anlattığı hikayeler hepimizi sarstı, büyüledi ve yerimize çiviledi…..

– Malum, kapitalizmin ‘kaleleri’, ‘kuleleri’ ve ‘köleleri’ vardır. Siz mesleğinizdeki başarılarla en sağlam ‘kaleleri’ fethetmiş, en yüksek ‘kulelere’ tırmanmış, şana-şöhrete kavuşmuş birisisiniz. Ancak bu ‘kalelerin’ ve ‘kulelerin’ tepesine kurulup millete yukarıdan bakmak yerine, pek kimselerin yapmadığı bir şeyi yapıp ‘kölelere’ el uzatmayı tercih ediyorsunuz. Ezilmişlere, itilmişlere, geride ve geri bırakılmışlara bilgi, kültür, donanım ve üretkenliğinizi ulaştırmak telaşındasınız. Oysa mesleğiniz gereği içinde bulunduğunuz medyatik-sosyatik camiada, kölelerle tanışmak, hatta onlarla aynı yatakhaneleri paylaşmak tam bir tabudur. Bu durumda çevreniz bu tuhaf huyunuzu nasıl karşılıyor?

– Anadolu’da konferans verdiğim üniversitelerin öğrencileriyle mutlaka konferans dışında da vakit geçiririm. Mümkünse konuşmamdan bir gece önce giderim, geceyi çocuklarla yatakhanelerinde geçiririm. Bana şehrin görülesi yerlerini gezdirirler; kaleye çıkarız, manastıra gideriz, Roma hamamını gezeriz… Şehrin meşhur lezzetlerini tadarız. Lahmacuncuya da, gireriz, balıkçıya da. Bu paylaşımlar sırasında çocukların yaftalarını, önyargılarını, korkularını kaldırırım, onların gözünde ‘hoca’ ya da ‘konuşmacı’ olmaktan çıkarım.

Yurttaki kahvaltılarımızdan birinde öğrencilerle birlikte çektirdiğimiz bir fotoğraf gazetelere yansıyınca birkaç kişiden “Moda dünyasını rezil ediyorsun!!!” ya da “Barbaros niçin bıyıklı, sakallı çocukların evinde kalıyor? Başka şeylerin peşinde olabilir mi acaba?” ayarında laflar duyduğumu hatırlıyorum. Bunlar benim Taksim’de oturduğumu unutuyorlar galiba. Bıyıklı sakallı adam arasaydım, evimin önünden yarım saat içerisinde en az 10 tane toplarım. Taaa oralara kadar gitmeme ne gerek var?

– Bir taraftan Özalların, Yılmazların, Çillerlerin…vs. “ayıplarını örttünüz”, yani onları giydirdiniz. Diğer taraftan da onları bütün çıplaklıklarıyla ortaya serdiniz… Politikacı yada devlet büyüğü olarak yapmaları gereken ancak yapmadıkları şeyleri yaparak (halkın ayağına giderek, bildiklerinizi paylaşarak, sesi pek çıkmayan marjinal kesimlerin sesi olarak….vs.) açıklarını ifşa ettiniz, yani bir bakıma onları soydunuz. Bu durumun tezatlığı müşteriniz olan ‘bürokratik elit’ çevrelerde olumsuz etki yaratmıyor mu?

– Gerçekten de bir ülkenin kaderini terzi aynasının önünde kayda alabilirsiniz. O güçlü sandığınız adamların boşboğaz karıları, karın yağlarını kapatmaya çalışırken her şeyi ağızlarından kaçırıverirler çünkü. Ama şuana kadar beni olumsuz etkileyen bir durum olmadı. Aksine, beni evlerine davet ediyorlar, birlikte yemekler yiyoruz, sofrada ‘fikirlerinize katılıyoruz’ diyorlar. Çünkü benden neleri yapmamaları gerektiğini öğreniyorlar.

– Anadolu’yu karış karış gezip hayatınızın özünü üniversitelilere sızdırmaya nasıl başladınız? Bir sabah uyanıp sine-i millete dönmeye mi karar verdiniz? Ve bu iş nasıl kurumsallaştı?

– 2006 yılında Habertürk’te “Toplu İğne” adlı bir program yaparken Erol Mütercimler keşfetti beni. Yalnız keşfedene bakar mısınız? Zaten ‘Yumuşak G Tipi’ açılırsa beni de alacaklar! (acı acı gülüşmeler). ‘Sen neden üniversitelerde seminerler vermiyorsun?’ dedi. İlk konuşmam İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde olacaktı. Üniversite öğrencilerine konuşacağım için oldukça heyecanlıydım. Epeyce uğraşıp, ‘Renk Bilim’ üzerine gayet didaktik, teknik, bilimsel bir sunum hazırladım. Ama bir de baktım ki çocuklar hiçbir şey anlamıyor. Karşımdakiler üniversite değil, adeta ilkokul öğrencileriydi.

Ardından Yıldırım Bey’le beraber Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Tekstil Sanatları Bölümü’nde konuşma vermeye davet edildik. Çocukların 40 cm’lik paçavralarla klip elbiseleri diktiklerini görünce içim burkuldu. Son olarak da Beykent Üniversitesi, Ayazağa Kampüsü’nün girişinde ‘Tam solarium 60 TL, yarım solarium 30 TL’ yazan ilanı görünce ben de film koptu. İlk büyük şovum İzmir Ekonomi Üniversitesi’ndeydi. Sonrasında bu iş “Yaratıcılık Asla Demokratik Değildir” ve “Düşündüğün Dilde Seviş, Düşmanının Dilinde Savaş” üst başlıkları altında bir dizi konferansa dönüştü. Kendi içindeki organik gelişme çok düzgün olduğu iççin ben de biraz akışına, oluruna bıraktım açıkçası.

– Bugüne kadar kaç üniversitede kaç kişinin hayatına dokunduğunuzu hatırlıyor musunuz?

– Son 4 senedir, yaklaşık 40 üniversitede etkinlik yaptım. Bunlar arasında; Marmara Üniversitesi – Tekstil ve Eczacılık Fakültesi, Marmara Üniversitesi – Teknik Eğitim Fakültesi, Fatih Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar, Bahçeşehir Üniversitesi (Ayazağa), Beykent Üniversitesi (İstanbul), Aydın Üniversitesi (İstanbul), Arel Üniversitesi (İstanbul), İTÜ Mühendislik (İstanbul), Ankara Gazi Üniversitesi, Ankara Başkent Üniversitesi, Ankara Hacettepe Üniversitesi, Ankara Çankaya Üniversitesi, Ankara Bilkent Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İzmir 9 Eylül Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi – Uluslararası İlişkiler, Anadolu Üniversitesi – Endüstriyel Tasarım ve Eczacılık Fakültesi (Eskişehir), Karadeniz Teknik Üniversitesi – Akçaabat Olgunlaşma Enstitüsü (Trabzon), Samsun Olgunlaşma Enstitüsü, Mersin Üniversitesi, Adnan Menderes Üniversitesi (Aydın), Karacasu Memnune İnci Meslek Yüksekokulu (Aydın), Uludağ Üniversitesi (Bursa), Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Eğitim Vakfı, Skills Türkiye (MEB), Çukurova Üniversitesi (Adana), Süleyman Demirel Üniversitesi (Isparta), Erciyes Üniversitesi (Kayseri), Niğde Üniversitesi, Gaziantep Üniversitesi, 18 Mart Üniversitesi (Çanakkale), Burdur Meslek Yüksekokulu, Düzce Meslek Yüksekokulu, Gökçeada Meslek Yüksekokulu, Buldan Meslek Yüksekokulu…..

Üniversitelerin haricinde Rotary, Rotaract ve JCI (Junior Chamber International) klüpleri, esnaf ve sanatkâr odaları, kadın girişimciler dernekleri gibi pek çok sivil toplum kuruluşunda da konferanslar veriyorum. Ankara’da Pembe Hayat (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transeksüel) Derneği’nde bile konuştum. 2010 yılında 28 üniversiteye daha gideceğim.

– Üniversite seçimlerinizi neye göre yapıyorsunuz? Herhangi bir kıstasınız var mı?

– Vakıf üniversitelerine pek gitmem. Gitmenin bir manası olduğunu düşünmüyorum. Bir sürü UGG botlu, peluş yelekli, çakma Louis Vuitton çantalı, sarışın kızlar ya da göğsü bağrı açık, çan kolyelerle gezinen saçları jöleyle amuda kalkmış, kirli sakallı oğlanlardan başka bir şey yok orada. Yeditepe’ye ya da Haliç Üniversitesi’ne beni sokamazsınız mesela. Çünkü etik olarak namus fakiri olduklarını düşünüyorum. Aslına bakarsanız vakıf üniversitelerinin hepsi ‘Sorospu’. İstisnasız!

– Peki bütün bunları neden yapıyorsunuz? Neden İstanbul’da sırça köşkünüzde oturmak yerine Anadolu’daki gençlere bir şeyler vermeye çalışıyorsunuz?

– Özümü bulmam lazım. Bana öğretilenler doğru değilmiş. Ailemin, sosyal statümün, 5 yıldızlı otellerin bana anlattıkları doğru değilmiş. Peri masalı düğünlerin sabahlarını gördünüz mü siz hiç? O koskoca salonlar bomboştur ve leş gibi içki kokar….rüya atmosferi yaratan dekorlar paramparça sökülmeye başlanmıştır….Gelinlik kirlenmiş, lekelenmiş, büyü bozulmuştur artık….Diğer taraftan zafiyetleri öğreniyorum. Eğitim ve güvenlik zafiyetlerini. Ve tabii ki gittiğim her yerde, her şeyi kayıt altına alıyorum. Bakarsınız bir gün bu kayıtlardan bir kitap falan çıkar.

– Bunca üniversite gezip bunca öğrenciyi dinledikten sonra eğitim sistemimizin temel zafiyetleri nelerdir sizce? Birkaç örnek verebilir misiniz?
– Eğitimi sistemimiz “Maymunlar Cehenneminden Kaçış” filmi gibi!
Zafiyetleri dört başlık altında toplayabiliriz;
 Öğrenci soygunu
 Müsriflik
 Kültüre saldırı
 Cahiller ordusu
Öğrenci soygunundan başlayalım…. Öğrenciler, katkı payı, harç parası, kitap parası, otopark parası, paso parası….vs. derken hem sömürülüyor hem de cahil çıkıyor. Bir cahiller ordusu yetiştiriliyor. Öğrenci artık Türkiye’nin en yağlı, en keriz müşterisi olup çıktı. İkinci öğretim %50 daha pahalı. İngilizce öğretim %50 daha pahalı. Yaz okullarının gelirleri öğretmenlere kaldığı için çocukları bilinçli olarak sınıfta bırakıyorlar. Yazın gelip ders alsınlar diye. Öğretmenlere otopark ücreti 20 TL iken öğrencilere 300 TL. Vale servisi alırsanız 250 TL. Bahçeşehir Üniversitesi’nde bir öğrenci derse hocanın kitabıyla girerse +10 puan, kitabın fotokopisiyle girerse -10 puan alarak yeni ders yılına başlıyor. Pamukkale Üniversitesi’nde konuşuyorum kültür merkezinin müdürü ne dese beğenirsiniz; “Kantin var efendim, ara vermelisiniz!”. Normalde üniversitelerde sağa sola etkinlik afişi asabilmeniz için önce rektörlükten onay alıp, afişinizi damgalatmanız gerekir. Ancak sponsoru olan reklâmlarda bu tarz bir onaya gerek duyulmamış olacak ki kampüs duvarlarımız bankaların, telekomünikasyon şirketlerinin… vs. boy boy, ışıklı reklam panolarıyla dolu. Oysa üniversite içerisinde reklâm yapmak yasaktır, yasak!

– Peki üniversitelerin öğrencilerini soyup soğana çevirmekten başka gelir kapıları yok mu?

– Aslında her sene Cumhurbaşkanlığı’ndan öğrenci kollarına çok ciddi fonlar aktarılır. Ama döner sermaye döner bıçağı olmuş rektörlüğün elinde, bu fonları döner gibi kesip atarlar. Yarım ekmek arası bir bayat hayat.

– Peki nereye gider bu fonlar?

– Belli değil. Ama Niğde Üniversitesi’ne gittiğinizde devasa bir kapı yaptırdıklarını görürsünüz. Dümdüz bir arazide, etrafında duvar olmayan bir kampusün girişine koskocaman, estetikten yoksun bir kapı. Aynı şekilde Çukurova Üniversitesi’ne de çok büyük paralara harcayarak bir giriş kapısı yapmışlar ama kullanılmıyor. Halk gidip piknik yapıyor orada. Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’ne de yine böyle devasa bir giriş kapısı kondurulmuş. Kapıları bir kenara bırakalım, genç çocukların koşuşturduğu koridorları granit döşediklerine şahit oluyorsunuz. Gaziantep Üniversitesi bir taraftan tüm binalarını paksiding kaplatıyor diğer taraftan kongre merkezindeki telsiz mikrofonların kalem pili bulunmuyor. Konuşmacı olarak kendi kalem pilini kendin getirmek zorundasın yoksa mikrofonun çalışmaz. Ama her yere çim ekmeyi bilirler. Denizli Pamukkale Üniversitesi’nin hastanesini de İngilizler yapıyor bu arada.

Anlayacağınız üniversitelerimizde garip bir müsriflik var. Bunların müfettişleri yok mu kardeşim? Vardır mutlaka. Ama alıyorlar müfettişi şehre gelince, yediriyorlar, içiriyorlar, gezdiriyorlar akşam bir de sıra gecesine götürdüler mi, işlem tamam.

– Gelelim eğitimde tespit ettiğiniz üçüncü çarpıklığa, ‘kültüre saldırı’ konusuna…

– Evet, genel olarak kültüre bir saldırı var. Mesela, Kırıkkale Üniversitesi konservatuarında kız ve erkek öğrencilerin bir arada bale yapmaları yasaklanıyor! Çukurova Üniversitesi’nde nü modele izin verilmiyor, modellere boxer giydiriliyor. Konya Selçuk Üniversitesi’nde çok değerli bir doçentimiz, Çağdaş Popüler Sanatlara örnek olarak Jennifer Lopez’in klibini izlettiği için rektörlükten ihtar alıyor. Yine Konya’da erkeklere küpe takmak yasaklanıyor. Başı kapalı kızlarımıza ise bir örnek olsun diye bordo renkli, polyester kumaştan başörtüleri giydiriyorlar. Üzerine de derslere girerken polyester peruk taktırılıyor. Nasıl yanar o polyester yazın güneşin altında bilir misiniz? Cayır cayır. Nasıl üşütür kışın soğuklarda? Açın o çocukların kulaklarını, açın! Duysunlar biraz. Kulak görününce erotizm olmaz.

Öğretimin İngilizce yapılması da kendi kültürümüze ayrı bir ihanet… Çocuklar önce düşündükleri dilde öğrenmeli her şeyi. Konuların, kavramların mantığını önce kendi dilinde kavramalı. Mantığı oturttuktan sonra istersen yine İngilizce olarak da üzerinden geçersin. Ama bu şekilde, hem olguların Türkçesi kayboluyor, hem de bir bok anlaşılmıyor. Ama ne demişler, bir milleti yok etmenin yolu ilk önce dilini yok etmekten geçer. Sonra da aileye saldırısın. Olur biter.

– Son olarak bir ‘cahiller ordusu’ yetiştirildiğinden bahsettiniz. Biraz açar mısınız?

– En önemlisi öğretmenlerin yetersizliği. Çocuk öğretmene “Ben bunu anlamadım, bir daha açıklayabilir misiniz?” diye soruyor. Öğretmen de bilmiyor ki, kitaptan ezberlemiş gelmiş. “Git kendin araştır, bul, öğren, gel bize de anlat” diyor. Bu arada çocuklar kaynak kitap bulamıyorlar kütüphanelerinde…

Diğer taraftan Milli Eğitim Bakanlığı’nın koordinesinde YÖK, KOSGEB, DISK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, TÜSİAD, MÜSİAD el ele verip, 300 milyon Euro harcayarak Erzurum, Malatya, Urfa, Gaziantep ve Kızılcıhamam’da düzenlediği ‘Ortaöğretim Programları ve Ders Kitaplarını Değerlendirme Çalıştayları’nda yurt çapından uçaklarla taşınan ve 5 yıldızlı otellere kapatılan yüzlerce öğretmen önlerine konan ‘şablon müfredatları’ onaylıyorlar. Moda ve Tekstil bölümlerini bitirenlere “Modelatör” unvanı vereceklermiş artık…

Sonra yurt genelindeki tüm Teknik Meslek Yüksekokulları, Teknik Eğitim Fakülteleri ve Olgunlaşma Enstitülerini kapatıp ve hepsinin adları “Meslek Teknolojileri Fakültesi” olarak değiştirdiler. Nicelik geldi, nitelik bitti….

Ama ben şahit olduğum bütün bu çarpıklıkları kaydediyorum. Adam olacaklar! Ben bu yola baş koydum, gerisine kaldırdım taş koydum.

– Türkiye de bir tekstil cenneti (yada cenneti idi). Bu mantıktan yola çıkarak ülkemizdeki tekstil eğitiminin hayli gelişkin olması gerekir. Sektörden biri olarak tesktil eğitimini nasıl buluyorsunuz?

– Çocuklara “Tekstil nedir?” diye sorduğumda asla sözlük karşılığını alamıyorum. Geçenlerde Mühendislik 4. sınıftaki bir öğrenci el kaldırıp “Tek-stil” dedi. Ve bu çocuk ileride, “Ben mühendisim! Üniversite okudum” diyecek. Bunlar çok acı ve tehlikeli şeyler.

Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü 4. sınıf dersi hocası yarım pet şişede tek bir adet pamuk bitkisi yetiştirmiş de, öğrencilerin ona bakıp derse ilgisi artıyormuş. Düşünebiliyor musunuz durumun vahametini! Ve bunlar 4. sınıf tekstil öğrencileri…. Bir başka grup, Sümerbank’tan kalan paçavraların desenini kopyalamaya çalışıyor. Ve bütün Türkiye çapındaki Olgunlaşma Enstitüleri sırf Nimet Çubukçu istedi diye ‘Elif Bebek’ dikiyorlar. Ucube bir şey! Sudan çıkmış balığa dönecek bu çocuklar mezun olduktan sonra…

Geçen yıl Anadolu Üniversitesi’nde bir tekstil öğrencisinin bitirime jürisine katıldım. Dikişle ilgili bir soru sorduğumda ne dese beğenirsiniz; “Hocam ben dikiş bilmem. Bilmeme de gerek yok zaten, ben terzi olmayacağım, modacı olacağım!” İşte ülkemizde meslekler böyle imha ediliyor… Ne terzi kaldı, ne manav, ne bakkal… Cebinizde paranız olmadığı zaman mahalle bakkalı halinizden anlar, deftere falan yazar. Süpermarketlerde ise doldurursun, doldurursun arabanı da kasaya geldiğinde 1 kuruşun eksik olduğunda aynen geri gönderirler seni.

– Anadolu’yu il il gezip üniversitelerde konferanslar düzenliyorsunuz. Acaba gittiğiniz yerlede öğrenciler haricinde halkla temasa geçeceğiniz platformlar oluşturuyor musunuz?

– Elbette! Öğrenciler ben gelmeden önce şehirde yer yere konferans afişlerini asıyorlar. Mesela Ankara Üniversitesi, Beypazarı Meslek Yüksek Okulu’nun bir konferans salonu olmadığı için Ticaret Lisesi’nin basketbol sahasında konuşma verecektim. Meslek yüksekokulunun toplam öğrenci sayısı 165 iken, o gün o salona beni dinlemek için 700’ün üstünde insan gelmişti. Şalvarıyla, pantolonuyla gelen gelmiş. Benim kapım herkese açık!

Aydın Karacasu Üniversitesi’nin konferans salonu olmadığı için Belediye’nin büyük düğün salonunda konuşma yapacaktım. En az 800 kişi vardı. Üstelik rektörlük, konferans afişlerinin asılmasına izin vermediği halde…. Çünkü herhangi bir üniversiteye gelmeden önce bir tek şartım oluyor: “Dışarıdan herkes gelebilir” diyorum.

İstanbul Aydın Üniversitesi’ne benden önce İç İşleri Bakanı Beşir Atalay gelmiş. Salonda taş çatlasa 50 dinleyici varmış. Benim konferans verdiğim gün sahnede oturuyordu çocuklar. Ben zaten herkesten önce salona girer ve arka taraflarda oturur beklerim. Ve herkes yerleştikten sonra onların arasından geçerek çıkarım sahneye. Büyük amfilerin giriş kapılarının yanında ya da ortalarda oturan bir grup vardır; bunlar ‘sıkılınca kaçacaklar’ grubudur. İstinasız hepsi de ellerinde cep telefonlarıyla dışarıdaki arkadaşlarına haber salarlar; “Gel, fena değil” ya da “Gelme, çok sıkıcı” diye. Tabii ben salonun en arkasından sahneye doğru inerken bütün bu tayfayı da toplayıp öne gelmelerini sağlarım.

Konuşmama başlamadan önce “Çocuklar not tutun” derim. Kimsede kağıt, kalem yok!!! Salonda bir kriz yaşanıyor…. Kalemi çıkan kahraman… “Benim var hocam!” diye bağırıp kalemini bana gösteriyor. Düşünebiliyor musunuz? Ve bunlar üniversite öğrencileri. Çok fena, çok içler acısı durumlar bunlar. Ama diğer taraftan Gökçeada Meslek Yüksekokulu’nun hizmetlisi en önde oturdu ve en çok o not tuttu. Yada Konya Selçuk Üniversitesi’nin çaycısı, her konferansıma gelir, en önden dinler.

– Peki Anadolu seyahatleriniz sırasında hiç olumsuz bir tepkiyle karşılaştığınız oldu mu?

– Olumsuz değil ama enteresan tepkilerle karşılaştığım oluyor tabii….Mesela Gaziantep Üniversitesi’ne giren ilk kırmızı pantolonlu adam olduğum için çocukların arkamdan “Aaaaa, turiste bak!” dediklerini duyduğumu hatırlıyorum.

Konya Selçuk Üniversitesi’nde konuşmama başlamadan önce “Ülkücüler seni dövecek” dediler. Fakat ne enteresandır ki, konuşmam bittiğinde ülkücülerin omuzlarında çıktım salondan dışarıya. Bizim her konferans sonrası en az bir saat fotoğraf faslımız vardır. Selçuk Üniversitesi’ndeki başörtülü kızların elinde kalıyordum fotoğraf seansında. Hatıra olsun diye kestikleri kravatım iki parmak kalmıştı salondan çıkarken!

Bir keresinde de öğrencilerden birinin “Neden bize bir eşcinseli getirip konuşturtuyorsunuz?” dediğini duymuşlar. Ama aynı çocuk, konferans bitiminden saat akşam 8’e kadar yanımdan ayrılmadı! Herhalde o eşcinsellik propagandası yapacağımı falan zannetti. Oysa ben yaratıcılıktan, temel tasarımdan, renk biliminden, cinsel ve dinsel devrimlerden, içinden geçtiğimiz sorunlardan ve bunun gibi pek çok farklı şeyden bahsediyorum… Çocuklar genellikle omzunda şalıyla 7 çıngıraklı bir ibne çıkacak diye bekliyorlar, sahnede beni görünce ve konuştuklarımı dinledikçe sandalyelerinde gittikçe küçülüyorlar, küçülüyorlar, utanıyorlar… Konuşmalarımın sonunda en sık duyduğum laf: “Biz sizi hiç böyle tanımıyorduk”

– İçinden geçtiğiniz üniversite kampüslerinde nasıl bir iz bırakıyorsunuz?

– Benim geçtiğim üniversitelerde hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Mesela Konya Selçuk Üniversitesi’nde o güne kadar küpe takmak yasakmış, benden sonra millet küpe takmaya başlamış. Yine Selçuk Üniversitesi’nde başörtüsü ile konferans salonuna girmek yasakmış benden sonra başörtülü kızlar da salona girmeye başlamışlar. Çünkü ben bir üniversiteye gitmeden önce şartlarımı baştan söylüyorum; “Benim konferansıma herkes girer, başörtülü, şalvarlı hiç fark etmez” diyorum. Bu şartı kabul ederlerse ancak konuşmaya gidiyorum.

– Sizin konferanslarınıza ilgi neden bu kadar yüksek?

– Genellikle oralara kimsecikler gitmiyor, uğramıyor…. Gidenler de laptop açıp sıkıcı nutuklar çekmeye gidiyor. Çoğu konuşmacı da konferans karşılığında para istiyormuş. Ben her şeyi cebimden ödüyorum. Bir tek Kadın Girişimciler Derneği alırsa biletimi alır ama almazsa da ben alırım.

– Nasıl yani? Sizin gibi düşünen bir Allahın kulu/kurumu yok mu size sponsor olacak?
– Benim en büyük sponsorum Yıldırım Mayruk. Hepsini o karşılıyor.

– Peki neden Yıldırım Bey de Anadolu turnelerinizde size katılmıyor?

– O artık çok büyük bir usta, üstelik çok sakin bir beyefendi. Benim gibi laf cambazı değil. Ama zaten benim gibi düşünmeseydi, beni desteklemezdi.

– Halkın bütün bu ilgisine, sevgisine rağmen yönetimler hiç sizi sansürlemeye çalışıyor mu?

– Tabii. Mesela Niğde Üniversite’sinde konferansa gitmiştim. Bir gece öncesinde rektör beyle -ki Türkiye’de okul-içi demokrasi ile seçilmiş tek rektördür- yemekteydik. Rektör yardumcısı bir ara bana dönüp “Aman Barbaros Bey, n’olur dikkatli olalım,modadan falan bahsedin” diye ricada bulundu. Başka birilerini konferans başlığım olan “Düşündüğün Dilde Seviş, Düşmanının Dilinde Savaş” sloganındaki “Seviş” ve “Savaş” kelimeleri rahatsız etmiş olacak ki, son hecelerini çıkartarak bunları “Sev” ve “Sav”a çevirmemi rica ettiler. Çıkartılmasını istedikleri heceler ne kadar manidar değil mi? “İş” ve “Aş” !!!!

Koç Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Konya Selçuk Üniversitesi’nde yasaklıyımdır mesela. Hiç unutmam, Sabancı Üniversitesi’nde ‘19 Mayıs’ı Stadlardan Kurtaralım’ başlığı altında bir seminer düzenliyorlardı. Sağ olsunlar, davet etmişler. Koşa koşa gittim ve “Evet, 19 Mayıs’ı stadyumlardan kurtaralım, bütün gençlik sokaklarda hareket yapsın” dedim. Meğer onlar tamamen iptal edilsin diyorlarmış. O gün bugündür Sabancı’dan hiç davet almadım tabii. Öğrenciler etkinliklerine, seminerlerine, konferanslarına davet etmek istiyorlar ama yönetimler “Uygun değildir” diyerek geri çeviriyor. Mesela Eskişehir Anadolu Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü, benim konferansımın saatine ders koyup, üstüne bir de yoklama alıyormuş, kimler beni dinlemeye geldi görmek için! Zaten benim salonlarım dolup taşınca kuduruyorlar. 2,5-3 saat dışarı çıkmayan öğrenci profili onları deli ediyor… Tabii diğer taraftan da, büyük üniversite salonlarda yapılan tüm konuşmalar gibi benim konuşmalarım da banda alınıp YÖK’e gönderiliyor!!!

– Tekstil mühendisliklerine konuşmaya gittiğimde, çocuklar kumaş görsün diye yanımda kartelalar götürüp dağıtmaya çalışırım. Geçenlerde hocalardan biri bu işe çok sinirlenip benim verdiğim bütün kartelaları toplatıyor ve bana geri iade ediyor! Hocalara, asistanlara, öğrecilere imzaladığım kitaplarımı da tehditle toplamışlar. Nefrete bakar mısınız?

– En son vakamız da Pamukkale Üniversitesi’nden. Kampüslerine girdiğimde fakülteler arasında yürüyüş yolu olmadığını fark ettim. Çoluk-çocuk bir fakülteden diğerine, taş, toprak, çayır, çimen arasından zorlukla yürümeye çalışıyorlar. Oysa etrafı çimlerle kaplı rektörlük binasının girişine küçük bir havuz, hiçbir yere çıkmayan bir fotoğraf merdiveni ve hatta koskoca iki tane engelli rampası bile kondurmuşlar. Konuşmamın bir yerinde çocuklara: “Hangi engelli zihniyetler bu kampusü bu şekilde inşa etti acaba? Fakülteler arasında keçiler bile yürüyemezken, hangi engelliler bu rektörlük binasında oturuyor?” diye sordum. Bu gözlemim birilerinin canını sıkmış olacak ki öğrencilerin Denizli-Antep arası yolculuk masraflarını ödemeyerek onları cezalandırmışlar.

– Neden size sansür uyguluyorlar?

– Öğrenci bilinçlensin istemiyorlar.

– Peki Anadolu turnelerinizde sizin hiç oto-sansür uyguladığınız oluyor mu?

– Asla, süzgeç yok bende. Burada neysem orada da oyum.

Üniversite-içi sansüre tabii tutulduğunuz gibi bir de üniversite dışında sansürleniyorsunuz. D&R ve Migros’lar sizin kitaplarınızı satmamaya yeminli, yayıncınız İnkilap ise el altından satıyor. Dinci medya, yandaş medya, Doğan ve TRT’ler sizden hayli rahatsız olmuş, haberlerinizi yapmıyor…
Evet, İnkilap Kitapevi kitaplarımı sanırım el altından satıyor. Yaptığımız yasal anlaşmaya uymuyor ve teliflerimi düzenli ödemiyorlar. Bana gönderdikleri satış raporları hep yanlış. “3.000 adet kitabınız okuyucular tarafından beğenilmediği için iade edildi” diyorlar. Buna kargalar bile güler… Paramı vermemek için yapıyorlar.

Televizyon da ise çıksam çıksam marjinal kanallarda gece yarısı konuğu olarak çıkabilirim. Prime time’lar yasak. Haydi dinci medyayı bir kenara bırakalım. Ama Aydın Doğan medyası bile bana sansür uyguluyor. Paris’te bir defilem vardı. Paris irtibat bürosuna haber uçurmuşlar, ‘Bu adamın haberini yapmayın’ diye. Lehimde ya da aleyhimde en ufak bir kampanya yapmazlar.

– Lehinizde yapmamalarını belki anlayabilirim ama aleyhinizde neden yapmıyorlar?

– Çünkü haklarındaki her şeyi biliyorum.

Bu tarz yoğun sansürü nasıl atlatıyorsunuz? Hangi alternatif mecraları kullanarak mesajınızı ulaştırmayı başarıyorsunuz?
Internetteyim. Blogum var, Facebook’tayım, Twitter’dayım…‘Şeffaf Gecelik Yalnız Kalbi Arıyor’. Bana mesaj atan hiç kimseyi cevapsız bırakmadım bugüne kadar. Amipsel bölünüp, tabana yayılmak lazım. Ne de olsa en taze, en yeşil, en filizi başaklar başlarını tevazu içinde öne eğebilmek için en nadide tohumlarını her zaman nadasa bırakılmış tarlalardaki tezeklerde çatlatırlar.

– Peki kendi televizyon programınızı yapmayı düşünmez misiniz?

– Aslında Habertürk’te ‘Toplu İğne’ adında bir program yapıyordum. Ama 13. bölümde yayından kaldırdılar. Sonra SkyTürk’te ‘Çengelli İğne’ diye bir programa başladım, o da 17. Bölümde durduruldu. Neymiş efendim, ‘Çengelli’nin ‘Ç’si orak-çekiç sembolüne benziyormuş!!!

Televizyondan teklif almaya devam ediyorum ama pek sıcak baktığım projeler yok. Çünkü Barbaros Şansal juri üyesi olmaz, Barbaros Şansal yarışmaz ve sunuculuk yapmaz, Barbaros Şansal reklam filmi çekmez, Barbaros Şansal kamuoyu önünde sex yapmaz, Barbaros Şansal devlet ihaleleri almaz. E, ne kaldı geriye televizyonda? Kutu aç, yarış, örgü ör, koca bul, yemekteyiz… Bizim televizyonumuz bu! ‘Yeteneksizsiniz’ diye alay ettiler halkla, ‘Yetenek’ve ‘Sizsiniz’i ayrı yazmayarak. Ve evet, bilinçli yaptılar.

Şimdi aklımda ‘Dikiş Makinesi’ adlı bir program var.

– İlk kitabınız “3. Sınıf Hamur Kağıda Matbaa Mürekkebi” nin arkası gelecek mi?

Evet 2. kitap geliyor. Patlıcan moruna basacağım ve kavun kokulu olacak. Kitabı kendim bastıracağım, herhangi bir yayınevine vermem. Ve sadece isteyenlere hediye edeceğim, satmayacağım. Hadi bakalım görsünler; BARBAROS YAMUK, ORHAN PAMUK’a KARŞI!!!

– Orhan Pamuk’u pek tutmuyorsunuz anlaşılan?

– Elçidir o, yazar değildir.

– Peki hangi yazarları okursunuz, kimlerden beslenirsiniz?
– Vallahi o kadar çok okudum ki zamanında artık kitap okumuyorum. Benim artık yazma vaktim. Neler okudum neler? Çocuk Kalbin’nden tutunda, Taocu Sex, Kamasutra, Zen Budismi, Tevrat, İncil, Kuran, Suç ve Ceza….Hacı Bektaş, Köroğlu, Dede Korkut, İsa, Musa, Muhammed, Mevlana hep feyz aldığım insanlar….Kutadgu Bilig bilirim ben mesela.

– Kutadgu Bilig nasıl bilinir?

– Okurum yani. Kutadgu Bilig’i kendi dilinde okuyabilirim. Yakutça ders alıyorum. Bizim öz dilimiz o aslında. Oğuzların Kayı boyundanız biz.

– Kendi mesleğiniz söz konusu olduğunda “sanat toplum için değildir” diyor ama özel hayatınızda toplum için çok şey yapıyorsunuz. Tüm yurtta öğrencilerle buluşmanın yanı sıra toplumun itilen, kakılan, horlanan gruplarının seslerini duyurmaya çalışıyorsunuz. Mesela transeksüellerin hayatıyla ilgili tiyatro oyununuz. Bunların dışında insanlara örnek olduğunuz alanlar neler?

– Travestiler, transeksüeller, madde bağımlıları, özürlüler, engelliler, fakirler, tacize uğramışlar ve sokak hayvanlarıyla ilgili projelerim var. Örnek olmak için yapmıyorum ama kimileri feyz alabilir.

“Önce yereli yakalayın, oradan ulusala, oradan uluslarasında ve evrensele geçersiniz” diyorsunuz. Siz bu prensibi kendi hayatınıza nasıl yansıttınız?
Gidin o koca koca alışveriş merkezlerine içlerinde bir tane Türk markası var mıdır? Bir elin parmağını geçmez, onlara da asla Türkçe isim verilmez. İsimler hep İtalyanca, bilmem nece… Türkçe isim koymak günah! Neden bu ülke kendinden olan hiçbirşeyi istememeye başladı? Marka olabilecek bütün değerlerimizi kaybettik…. Bugün, Ödemiş İpeği yok. Nazilli Basması yok. Şile Bezi yok. Hereke Halısı yok, İran’da yapılıyor Hereke diye satılan bütün o halılar. Hereke Halılarının müzesini bile kapattık. Antep Fıstığı yok, İran’da yetiştirilip buraya getiriliyor tüm o fıstıklar. Bugün markalarımıza bakalım; Susurluk Ayranı, İnegöl Köftesi, Hacıbekir Lokumu, Bursa İskenderi….vs. Hepsi yenilen içilen şeyler. Bana bir tane ürün gösterin, ürün? Üretimden bahsedin? Geçenlerde birisi “Barbaros Bey yurtdışından bir şeyler ithal edecek olsanız, ne ederdiniz?” diye sordu, “Neden siz bir şeyler üretip ihraç etmeyi düşünmüyorsunuz?” diye karşılık verdim.

Uzun lafın kısası bugün içinde bulunduğumuz polyester çöplüğü bana bir şey öğretmiyor. Ben Buldan Bezinden, Trabzon’un Keşan Bezinden, Antep’in Kutnusundan yada Urfa’daki lila başörtülerinden feyz alıyorum. Benim imparatorluğum Anadolu, ben oradan besleniyorum.

Birazda sizden bahsedelim… 19-20 yaşlarınızda Londra’daydınız. Londra size ne kattı? Ona borçlu olduğunuzu düşündüğünüz bir şeyler var mı?
Londra bana melankoli kattı. Melankoli için en doğru adresteymişim. Sadece kasvetli havası yüzünden değil ayrıca bu depresiflik, toplumun psikolojisi de öyle. Çalışmak zorunda olan, parasız, kaçak bir mülteci için kolay değildir Londra. Diğer taraftan çok iyi bir İngilizce ve iyi bir eğitim sağlamıştır bana. Sağlam bir sosyal çevre edinmiştim Londra’da. İngilizler çok konservatif tiplerdir aslında. Yalnız adamlar dış politikada dünyanın en başarılı ülkesi. Gerçi yaklaşık 20 yıldır uğramadım İngitere’ye….

– Neden?

– Aslında ben son 20 yıldır İngitere, Amerika, İsrail, Yeni Zelanda ve Güney Afrika’ya seyahat etmiyorum.

– 2002 yılında Swissotel’deki bir defilenizde İsrail’i protesto etmek için podyuma Filistin bayrağı ile çıkmıştığınızda olay olmuştu. Hep merak etmişimdir, sonrasında neler gelişti?

– Yahudi camiasından ne kadar müşterimiz varsa hepsi elini ayağını çekti. Onca sene ‘sen’li-‘ben’li olduğum insanlar hemen ‘siz’-‘biz’ diline döndüler, “Siz bizimkilere kötü davrandınız” demeye başladılar. Anında Türklükten çıktılar İsrailli oldular. Hala bütün defilelerimize gelirler ama bir parça bir şey satın almazlar. Oysa ben anti-semitist değilim, siyonizme karşıyım. İkisi çok farklı şeyler.

– Hükümetin ‘One Minute’ şovuyla başlayan İsrail çıkışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– İsrail, Türkiye’den doğmuştur. O yüzden şimdiki kayıkçı kavgası. Davos’ta ‘One Minute’ dediler bütün dünyayı güldürdüler. Davos’tan iki saat sonra başbakan Türkiye’ye döndü. Bir de baktık her taraf ‘Kahraman Erdoğan’ pankartlarıyla bezenmiş. İki saat içerisinde o pankartlar, o afişler, o panolar nasıl hazırlandır? Güldürmesinler beni, gecenin o saatinde Türkiye’de bırak pankart hazırlatmayı fotokopi bile çektiremezsin!

– Türkiye’de doğru bildiğimiz, doğruluğunu test ettiğimiz ne kadar kişi, kurum, kuruluş, kural varsa ortadan kaldırıldıkları yada içlerinin boşaltıldığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir dönemde en çok saldırıya uğrayan da Atatürk ve devrimleri. Siz böyle bir ortamda “tek liderim var oda mustafa kemal ATATÜRK. Ne inönü ne menderes nede diğerleri….1942’den itibaren hepsi ülkenin içine etti” diyebilecek yada konferanslarınızda onun sözlerini insanları okuyabilecek kadar ilkeli ve dik bir duruşa sahipsiniz. Peki bütün bu liboş karalama kampanyasının orta yerinde gençlerin sizin gibi başarılı, ünlü, şöhretli birinin ağzından Atatürk’ü duymaları nasıl bir etki yaratıyor?

– Ben Atatürk inkilapları sayesinde dünyaya ülkemi tanıtabiliyorum. Ben Kameron’a bile giderken bavulumda Türk bayrağıyla giderim. Gerçi bayrağını bile dokuyamayan bir ülkenin bağımsızlığından ne kadar bahsedebilirsiniz, o da ayrı.

– Türkler bayraklarını dokuyamıyorlar mı?

– Bayrak diye polyester bir şey sallandırıyorlar. Oysa sancak yünlü ya da ipekli dokumadan olmak zorundadır. Kanun var. Bunların dışında bir materyalden bayrak dikemezsin. Ama sen bin yıllık Bursa ipeğini üreten ipek böceklerinin yaşadığı dut ağaçlarını kesip yerine toplu konut yaparsan, ipeği nereden bulacaksın? Türkiye’de dikilmiş son ipekli Türk bayrağı, Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün ölüm döşeğine serilmiş olandır. Sen yün dokuma tezgâhlarını, Adana’daki çırçır fabrikalarını kapatır bizi Amerikan tohumlarına muhtaç edersen, bugün başbakan gider Hindistan’dan pamuk dilenir, sen de olması gerektiği gibi yünlü kumaştan Türk bayrağı dikemezsin!

Bayrak konusunda acı bir olay daha; YÖK’ün üniversitelere gönderdiği VTR’lerdeki bayrak Türk bayrağı değildi. Bizim bayrağımızın yanında beyaz çizgi falan yoktur.

– Hükümetin “Açılım” politikalarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

– O aslında ‘açılım’ değil ‘katılım’dır. Açıldıkça birbirinden koparsın. Herkes kendini çekip arayı açtıkça kopuş başlar. Birbirine yaklaşırsan bunun adı ‘katılım’ olur. Yani insanların arasını açmak değil, bir araya getirmek lazım. Ama bu iktidar da haklı ve hukuklu seçimlerle gelmiş bir iktidar değil. Ben bunu son seçimlerdeki oy pusulalarını basan Maslak’taki Ohan Matbaacılığın sahibinin öldürülmesinden de anlayabiliyorum.

– Son günlerde içinde bulunduğumuz bu ‘özgürlük’ ortamından nasibinizi alıyor musunuz?

– Elbette! Telefonlarım dinlenir ara sıra. Hatta geçenlerde teknik takibe takılmışım. Jandarma çağırdı, bir erkekle yaptığım telefon kayıtlarının dökümü vardı ellerinde. Tek tek sordular; “Bu ne?”, “Burada neyi kastettin?”…. Adamlara anlattım, özel hayatın gizliliğinden falan bahsettim. Sonra, bir keresinde modaevimizde dinleme aleti bulundu. Böcek yani. Hadi, ekipler getirip söktürttük… Oysa ben her türlü ‘İST’ ve ‘İZM’e karşıyım. Benim hayatımdaki tek ‘İST’ ve ‘İZM’, İstanbul ve İzmir havalimanlarında bavuluma taktıkları etiketlerden ibarettir.

– “Aydın ihaneti” başlığı altında neler söyleyebilirsiniz?

– Oların çoğu aydın falan değil, distribütör. Her biri bir köşeyi kapmış, köşegen olmuş. Oysa para insanın elinin kiridir, yıkarsın geçer gider. Kimileri de var ki kalemlerinden ‘meni’ damlıyor onların; ‘Kim kimi öptü?’ ‘Kim kimi düzdü?’…Oysa memleketin neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Neresinden tutsanız çürümüş! 1 milyon ölü, 30 milyon işsizle karşı karşıyayız. Şimdi de öğrenciler ve hastalarla oynuyorlar. Ama bu onların son silahları! Bir de dalga geçer gibi hala alışveriş merkezleri açıyorlar… O Koçlar, Sabancılar, onlar bunlar İstiklal Caddesi’ni doldurmuş. Biraz daha sömürelim telaşındalar! Ama o alışveriş merkezlerinin cayır cayır yandığını göreceksiniz! E, bu halk sonunda patlayacak!!! Bin yıllık Kapalıçarşı’ya girerken hiçbir arama yok, ama alışveriş merkezlerine girerken her yerini didik didik ararlar. Seni değil, kendi mallarını korumak için arıyorlar! Nedir bunca koruma ordusu? Kurşun geçirmez Mercedesler? KORKU! Sonra bunların 6 tanesi çıkıyor televizyonlarda “Tıkır… tıkır… tıkır… tıkır…” diye reklamlar veriyor. Tabii bunları insanların gözlerinin içine baka baka söyleyebilmeleri için önce halkı afyonlamaları lazım! Halkı güzelce afyonluyorlar…. Halk çanta alsın, ayakkabı alsın, araba alsın, ev alsın, biriyle yatsın öbürüyle kalksın bunlarla uğraşıyor. Sonra bir bakmışsınız emekli maaşlarına kadar haciz gelmiş.

733020cookie-check“Düşündüğün dilde seviş, düşmanının dilinde savaş”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.