Bütün emekçi kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün, onların kendilerini daha çok ifade edebildikleri ve emeklerinin karşılıklarını alabildikleri bir güne dönüşmesini diliyorum. Londra’daki Türkiyeli kadınların iş yaşamına katılımının İngiltere nüfusu içindeki payının Türkiye ve KKTC’ye oranla daha fazla olduğu söylenebilir. “İş çeşitliliği açısından benzer bir durum var” denilebilir. Londra’daki günlük yaşamda Türkiye ve KKTC’de genellikle erkek işi sayılan postacılık, taksi ya da otobüs şoförlüğü, kasaplık ve askerlik gibi mesleklerde çalışan toplum üyesi kadınlara rahatlıkla rastlayabilirsiniz.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla Londra’daki bizim toplumdaki emekçi kadınlar üzerine yapılan iki bilimsel araştırmadan söz etmek istiyorum.
İlk olarak Doç. Dr. Mehmet Rauf Kesici, Londra’da yaptığı “Türkiyeli Göçmenlerin Çalışma Süreleri ve Sosyal İlişkileri” başlıklı araştırmasında, hizmet sektöründe yoğunlaşan Türkiyeli etnik ekonomisindeki aile işletmelerinde kadınların ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığını saptıyor.
OHAL tarafından işine son verildiği için Almanya’da Freie Universität Berlin’de araştırmalarını sürdüren Kocaeli Üniversitesi eski öğretim üyesi, Barış Akademisyeni Kesici’nin çalışmasında şöyle deniliyor:
“Türkiyeli etnik ekonomisi, kendi hesabına çalışılan döner-kebap sipariş işyerlerinin başını çektiği, restoranlar, kafeler, içki dükkânları, marketler gibi işyerlerinden müteşekkildir. Bu işyerlerinin çoğunluğunda çalışanların, iş sahibi ve ailesinin emek gücünün sömürüsüne yol açan düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri söz konusudur. Kadınların görece erkeklere yakın koşullarda istihdam ve ücret fırsatı buldukları fabrika/atölye işçiliği dönemine nazaran bu etnik ekonomi döneminde genel olarak kadınlar için ücretli istihdam olanakları azalmış ve kadınların çoğu geleneksel, patriarkal, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin bir yansıması olarak eş, anne, gelin vd. rollerle birlikte ücretsiz aile işçisi konumuna doğru geri itilmiştir. Ücretli veya kendi hesabına istihdam olanağı bulan kadınların ise “geleneksel işleri”nden dolayı daha yoğun sömürüye maruz kaldıkları ifade edilebilir. Etnik ekonomiye geçişle birlikte çalışma ve ekonomi kanalıyla Britanya toplumuna sosyal entegrasyon olanakları zayıflayan kadınların ailenin/evin kamuyla ilişkilerini düzenlemek, çocuklar üzerinden kamu kurumları, göçmen nüfus ve Britanya toplumuyla ilişkilenmek yollarıyla yeni fonksiyonlarının söz konusu olabileceği görülmektedir.”
Kesici’nin araştırmasının kadınlarla ilgili kısmı tek cümleyle “Etnik ekonomiye geçiş sürecinde genel olarak ücretli işçilikten, ev işleri, çocuk bakımı, ücretsiz aile işçiliği gibi patriarkal/geleneksel işlerine doğru geri itilen kadınların etnik ekonomi üzerinden sosyal ilişkiler ve Britanya toplumuna sosyal entegrasyon konularında fonksiyonları farklılaşmıştır” diye özetlenebilir.
İkinci olarak da Dr. Gaye Yılmaz da, Londra, Berlin ve İstanbul’da yaşayan 120 ev işçisi kadınla görüşerek hazırladığı “Göçmenlik ve ev işçiliği” başlıklı araştırmasını Dr Sue Ledwith ile birlikte 2017’de kitaplaştırmıştı.
Dr. Yılmaz, araştırmasında kadınların başta “sendikal mücadele olmak üzere yaşama eşit bir şekilde katılmalarındaki engelin ataerkil gelenek mi yoksa din inancı mı” olduğunu sorguluyor. Yılmaz’ın 3 ülkede görüştüğü 10 farklı dinden, 28 farklı ülkeden 120 kadının yarısı Türkiye’den, yarısı da Müslüman olmayan ülkelerden. Türkiyeli kadınların 20’si ise yurtdışında. İstanbul’daki 20 kadının tamamı iç göçle gelen Kürt kadın olup Londra ve Berlin’dekiler de Kürt ve Türk kadınlardan oluşuyordu.
Dr. Yılmaz ile yaptığımız sohbette verdiği örnekler çarpıcıydı. Kadın ve erkeğin göreceli olarak daha eşit olduğu Aleviler de bile kadının gölgede kaldığını, araştırmasında görüşünü aldığı bir Alevi kadının dilinden “Tavuğun butları hep erkeklere verilir. Çocukken tavuğun budunu abim ve babam yerdi. Evlendim kocam ve oğlum yemeye başladı. Ben hayatımda hiç tavuk budu yiyemedim” diye aktarmıştı.
İki araştırmadan da toplumdaki erkeklerin kadına bakışının, Nazım Hikmet’in “Kadınlarımız” şiirinde takılı kaldığını anlıyoruz. Büyük şair şöyle yazmıştı: “Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen / Ve soframızdaki yeri / Öküzümüzden sonra gelen / Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız / Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki / Ve karasabana koşulan / Ve ağıllarda / Işıltısında yere saplı bıçakların / Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan / Kadınlar, / Bizim kadınlarımız…”