Sevgili okurum Mustafa Kemal kızsa da, “Aman, bana ne!” diyerek bu AB konusunu bir süre daha sallayacaktım.En az on beş- yirmi yıl sürecek, sonu bellisiz, üstelik de “ucu açık” bir sürece bel bağlamak istemiyordum.Üstelik, bu süreçte çıkarı olan büyük iç ve dış sermaye gruplarının sözcüsü yayın organlarının başyazarı, köşe yazarı da değildim..
AB’yi topyekün “tu kaka!” etmek de bana pek akıllıca gelmiyordu.Tamam, AB’ci görünen AKP’nin içtenliğine ben de inanmıyordum.Onların AB sürecini ellerinden geldiğince kendilerine yontacaklarının, bu fırsattan yararlanarak “arka bahçe” lerini güçlendirmeye çalışacaklarının da farkındaydım…Ama, yine de bir taşın üzerine ikinci bir taş koymalarını demokrasi kazanımı açısından kâr sayıyordum.Takiyye yapıyor da olsalar, yönünü batıya dönmüş, demokrasi yolunda düşe kalka adımları atmaya çalışan bir Türkiye, onların da sonunu hazırlardı.Yıllar önce, yabancı bir kanalda bir film izlemiştim: Kovboylar, bir tavşanı,derin bir kuyuyu gölgeleyen ottan yapılmış bir çadırın üzerine koymuşlar.Çadır yüksek, kuyu derin.Zavallıcık bir iki zıplayıp inmeye çalışıyor ama başaramıyor. Birkaç gün aç kalıyor.Sonra başlıyor altındaki hasırı yemeye.Orada bir delik açıyor.Gün geçtikçe tavşan hasırı kemiriyor,delik büyüyor. Ve sonunda tavşancık o delikten, kurtulması mümkün olmayan derin kuyuya düşüyor.Kovboylar, bu “eğlence” sahnesini katıla katıla gülerek ve silahlarını havaya ateşleyerek kutluyorlar…
İsveç’çe de, “Vi ska se!” diye bir söz var; “Görelim, bakalım” anlamına geliyor. Ben de, AB konusunda “Ne şiş yansın, ne kebap” diyerek vaziyeti bir süre daha idare edecektim.
Bu işleri başıma bizim Açık Gazete’nin Avustralya Temsilcisi İsmail Kayhan açtı.Yazılarında iki hafta üst üste kebap reklamı yapınca etkilendim, topladım çoluk çocuğu “Haydi, kebap yemeye gidiyoruz!”dedim.Bizim, Kastamonu’lu Hüseyin Ağabey kebabın hassosunu yapar.(Bu arada ben de biraz reklam yapayım).Hüseyin Ağabey, Türkiye’de yirmi yıl fırıncılık yaptıktan sonra İsveç’e gelip kebapçı olmuş.Benim, yüzde yüz AB’ye karşı olduğum gibi bir izlenim edinmiş.Karşılaşır karşılaşmaz birikimini döküyor ortaya:
“Yahu bırakın , kim yaparsa yapsın, yeter ki memlekete biraz yenilik gelsin.Bizim kendi kendimize bir şey yapacağımız yok.Şimdiye kadar ne yenilik olduysa ya askerlerin,, ya da dışarıdakilerin zorlamasıyla oldu.Şeriatla demokrasi arasında tercihi belirlemek için bir halk oylaması yapılsa, bizim millet gider Şeriatı seçer.Dışardan birileri ittirmezse biz kendi kendimize bir şey yapmayız” Hüseyin Ağabey’in sözleri, yenir yutulur şeyler değil, ama ben de kebapla AB’yi birbirine karıştırmak istemiyorum, tartışmayı başka bir zamana bıraktım.Hoş, biz kebap konusunda bile aramızda “mutabakat” sağlayabilmiş değiliz.Çocuklar, “Hüseyin Usta’nın meşhur Kebabı” na boş verip, hamburger ve patateste karar kılarak yollarını bizden ayırdı.
O arada İsveçli bir kadın geldi, yanımızdaki masaya oturdu;
yanında çocuğu da var.Kendisine kebap söyledi.Çocuk da yiyecek bir şeyler istediğinde, “Hayır, sen yemeyeceksin, çünkü sen okulda yemek yedin(Burada çocuklara okulda öğle yemeği veriyorlar)”.Yemek süresince kadın yedi, çocuk baktı.Benim ağzımda lokmalar büyüdü, boğazımda düğümlendi.Fırsatı kaçırmayan eşim taşı gediğine koydu:
“Al sana AB’ den bir aile manzarası!”
Küçük işyerimin bulunduğu binanın çatı katında yalnız yaşayan İsveçli bir genç vardı.Kız kardeşi de başka bir evde tek başınaydı.Yaşlı anneleri de yalnızdı. Birlikte yaşama, aile kavramını, aile bağlarını yitirmişlerdi.İsveçli genç,devletten aldığı sosyal yardımı hemen ilk haftasında bitiriyor, ayın geriye kalan üç haftasını sürünerek geçiriyordu.Bana geldiğinde yine parası bitmişti. “Bir ekmek, bir süt alacağım, bana borç para ver?” dedi.Uzun zamandır tanıyordum, içedönük uysal bir çocuktu.Bir ekmek, bir süt parası verdim.Ay sonu parası gelir gelmez borcunu ödedi.Aradan birkaç gün geçti,geldi bir daha ödemek istedi.“Ödedin ya!” dedim. Gitti, sonra yine geldi, parayı uzattı, yine aynı durum. Hali bana biraz tuhaf geldi,ama anlayamadım.Birden ortadan kayboldu.
Bir hafta, on gün geçti.Bir sabah kapıya bir ambulans yanaştı. Içerden sedyeye konmuş, üzeri örtülmüş birini çıkardılar. Kız kardeşi ambulansa binerken ağlıyordu, “Ağabeyim bir hafta önce intihar etmiş!” dedi. Hep böyle olurdu. Bir de bakarsınız ki bir kapıya, sirenlerini çalmadan sessizce bir ambulans yanaşır.İçerden sedye ile paketlenmiş birini çıkarırlar. Sorularınız boşlukta kalır. Gazeteciler gelip fotoğraflarını çekmezler. Gazeteler olayı özendirmemek için intihar haberlerini yazmazlar. Bilirsiniz ki yine biri intihar etmiştir.
İsveç, dünya intihar istatistiklerinde ilk sırayı alıyor;insanları en çok intihar eden ülke…Devlet her şeylerini karşılıyor, insanların yarın güvenceleri var;ama yarına umutları yok…
Başka bir İsveçli genci benden alış-veriş yapmaya gelirken görürdüm. Onun da annesini aylardır göremiyordum.
Karşılaştığımda:
Annen nerde,dedim.
Hastanede kanser tedavisi görüyor.
Geçmiş olsun, sağlığı nasıl, iyi mi bari?
Bilmiyorum, daha gidip görmedim..
Hastane, beş yüz metre ötedeydi, ama o genç aylardır gidip annesini ziyaret etmemişti.
Birkaç gün sonra geldi:
-Annem öldü, dedi; ilgilendiğin için sana haber vermek istedim.
Şaşırdım, buruk bir ifadeyle:
Artık anneni mezarında ziyaret edersin,dedim.
Omuz silkti:
-Cenazesini yaktılar, ölmeden önce kendisi öyle istemiş, mezarı yok, dedi….
Bunlar belki uç örnekler.Ama Avrupa’da, AB ülkelerinde aile ilişkileri konusunda bir fikir veriyor.On yedi yıla yaklaşan İsveç maceramızın son on yılını AB yurttaşı olarak geçirdik.AB, bizi mutlu edemedi. Ekonomik ve sosyal yaşantımızda fazla bir değişiklik olmadı.Yaşam daha zorlaştı, serbest dolaşım sonucu ucuz ve kaçak çalışanlar nedeniyle İsveçliler arasında işsizlik arttı.On yıl önce kıl payıyla “AB’ye Evet” diyen İsveçliler, “Euro” ya geçiş için yapılan halk oylamasında “Hayır!” oyu kullandılar.
Almanya’daki gibi,Isveç’teki Sosyal Demokrat iktidar için de tehlike çanları çalıyor. Sosyal demokratlar hızla oy kaybediyor. Kamuoyu yoklamalarına göre, iki yıl sonra yapılacak seçimlerde,yetmiş yıldır, kısa aralıklar dışında hep iktidarda kalan İsveç Sosyal Demokrat Partisini kesin bir yenilgiye uğrayacak.Nedeni, AB’nin, insanların beklentilerinde yarattığı düş kırıklığı…Altı ay kadar önce Fransa ve Hollanda’da ada aynı şeyler olmadı mı? Fransa’da, 29 Mayıs 2005’de AB Anayasası için yapılan halk oylamasında halkın yüzde 52,26’sı hayır oyu kullandı.Hollanda da
1 Haziran’da yapılan oylamada AB Anayasasına yüzde 61,60 oranında “Hayır!” oyu çıktı.
AB’ye temkinli yaklaşanları bile AB karşıtı,Türkiye’nin gelişmesine ve kalkınmasını istemeyen kişiler gibi göstermeye çalışanlar, Fransa ve Hollanda’daki bu sonuca henüz doyurucu bir yanıt verebilmiş değiller.
Türkiye açısından, ben AB’ye bir “ekonomik” projeden çok bir “sosyal” proje olarak bakıyorum.Kaynakları kendine bile yetmeyen, iç bunalımı giderek derinleşen bir AB’nin Türkiye’ye vereceği fazla bir şey yok; aksine alıp götüreceği çok şeyler var…
Türkiye’nin daha da demokratikleşmesi için atılan adımlara bir itirazım yok.Ama,AB projesini, bir kurtuluş reçetesi gibi sunarak halkı yalanlarla beslemesinler… İnsanların beklentilerini, hayallerini on beş- yirmi yıl gibi sonu belirsiz zaman dilimlerine yaymasınlar….