Düğün davetiyesine açtım “Güzel günler göreceğiz çocuklar / Motorları maviliklere süreceğiz / Çocuklar inanın inanın çocuklar / Güzel günler göreceğiz güneşli günler…” diye Nazım’ın o güzel şiirini okudum… Yanımdaki arkadaş “Benimkinde öyle yazmıyor ama” dedi… ”Benimkinde de” dedim…
Çok net hatırlıyorum, 2 Eylül 1980 günüydü. Asker silahının dipçiği ile Ankara Merkez Komutanlığı hücresine itelediğinde salya sümük ağlayan bir gelin ve yanındaki üzgün mü üzgün bir damatla gözgöze geldim… Hücredeki 10’a yakın gözaltı mağduru yer açtı, “Hoşgeldin… Buyur buyur. Şöyle otur…” Damada sormadan edemedim,
– Hayırdır?
– Yaaa bizi dün gece düğünden getirdiler… Davetiyemizde ‘Güzel günler göreceğiz’ şiiri vardı da…”
– Ya seni niye getirdiler?
– Kitaptan… Sol kitaptan…
Merkez Komutanlığı’ndaki görevli sıkıyönetim subayının “Kitapların yasadışı olup olmadığının tetkiki sonrasında şahsın acil Mamak’a sevki” notuyla Emniyet Genel Müdürlüğü’ne silahlı üç asker eşliğinde gönderildiğimde, 10 gün sonra faşist darbe olacağını, içeri girenin Alimallah çıkamayacağını hayal bile edemezdim… Emniyet’in en üst katı uzunca bir koridordu. Koridorda da sağlı sollu camlarla bölünmüş odalar vardı… Benim sorgulandığım ve kitapların tetkik edildiği cam odadaki polislerin yüzü babaannemin deyimiyle “şeytan epiliyordu” gerçekten…
Birinci polis, rütbeli olan ikincisine “Bu kitaplar yasak listesinde yok!” diye seslendi… İkincisi “Aynı kitaptan 10 tane olduğuna göre bu örgüt üyesi, azılı bir komunisttir. Zaten notta da Mamak’a sevki deniliyor. İfadesini alıp Mamak’a gönderelim. Evini de aramalıyız bunun” diye yanıtladı.. Pehlivan kılıklı üçüncü polis, cam duvarın yanındaki daktilonun başına oturdu ve beni de yanına çağırdı… O ara gözüm karşı cam odadaki okul arkadaşı Polis Ahmet’e takıldı… Ahmet etliye sütlüye karışmaz, bizi meslektaşlarına gammazlamazdı. Biz de Ahmet’i zorda bırakmamak için eylemde ya da boykotta kendisini görmemezlikten gelirdik… “Ah Ahmet beni bi görse, Mamak’tan kurtarır” diye düşündüm.
– Adın Ne?
– (Avazım çıktığı kadar) Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okuluuu…
– Adını sordum laaan!
– Faruk
– Soyadın ne?
– (Avazım çıktığı kadar) Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okuluuu…
– Lan görgüsüz bi okula girmişsin, bağırıp duruyorsun. Bidaaa tekrarlarsan canına okurum…
– Anne adı?
– (Avazım çıktığı kadar) Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okuluuu…
“Laaan hıyar, kafamı buluyon bizimleee!” demesiyle, aynasızın dev parmakları boğazıma, sırtım da cam duvara yapıştı… Ayaklarım yerden yükselirken, gözlerim dışa fırladı. Birden boşalan gözyaşı ve sümük birbirine karıştı. Nefesim hırıltıya dönüştü. Dilim uzadıkca uzuyordu… “Karakolda kendi kendimi boğduğum” kayıtlara geçmek üzereydi ki gaipten gelen “Yeter! Herif geberiyooor” seslerine Ahmet’in “Kim bu gazetecilikten?” sesi karıştı… Boğazımki morlukları aylarca geçmeyecek o çelik parmaklar çözülünce yere yığıldım. Shakespeare’in “Elveda zalim dünya” tiradı, yeniden “Güzel günler göreceğiz” şiirine dönüşmüştü…
Polis Ahmet “Ben onu tanıyorum militan falan değildir. Mamak’a gönderirseniz o zaman militan olur” referansıyla savcılığa sevk edildim. Savcı serbest bırakmadan önce, boğazımdaki morlukları sormasa da, kitapları kimlere aldığımı sordu. “Arkadaşlarıma…” dedim ve tanıdığım faşistlerin adını verdim…
İşte böyle dostlar… Ben düğün davetiyelerini, yazmasa da “Güzel günler göreceğiz çocuklar” diye okurum… Çünkü güzel günler göreceğiz…