İletişim çağında yaşıyoruz. Sürekli iletişim içindeyiz. Cepte, tablet de konuşuyor, mesajlaşıyor hatta görüntülü muhabbet ediyor ve fotoğraf paylaşıyoruz. Facebook, twitter’den “kim ne yaptı, ne düşündü, neyi önemsedi, ne yedi, kiminle çıktı?” hepsini öğreniyoruz…
İletişimde bir eksiklik var yine de…
Biz gazeteciliğe yeni başladığımızda başımızdaki müdürlerimiz telefonla haber kotarmak yerine haberi yerinde izleyip, karşılıklı görüşmeyi zorunlu kılardı. Şimdi belediye otobüsü bekleyeceksin. Otobüste sandviç olacaksın. Gittiğin adreste bekletileceksin… Görüşme sonrası aynı şekilde ajansa döneceksin… Üf anam üfff…
Telefonla kotarılan haberle yüzyüze yapılan haber arasında dağ gibi fark olurdu. Haberci olarak bir arkadaş kazanırdınız. Söyleşi yaptığınızın söylediklerinden samimiyetini ölçer haberin tuzunu biberini ona göre katardınız. Laf lafı açar bambaşka konulara yelken açar başka bir haber daha kotarırdınız…
Bütün iletişim araçları göz göze, yüz yüze canlı görüşmenin yerini tutamaz… Evrensel kültürde tokalaşmanın yerini bir düşününüz… İnsanın doğası birlikte yaşam üzerine kurulu. Bilimciler buna bir eş öldüğünde diğerinin de uzun yaşamaması, anne ve kızın ay hallerinin aynı günlere denk düşmesini örnek gösteriyor…
“Birey” ve “ben”in öne çıkarıldığı, kollektif yaşamın “tu kaka…” yapıldığı, iletişim araçlarının en çok kullanıldığı (telekulak da dahil) İngiltere gibi kapitalist ülkelerde iletişim sorunu ve yalnızlaşma alarm derecesinde…
Arkadaşım Sefer mütevazi bir câfe işletiyor. Câfenin kapanış saati 3.30’a yakın iki üç yalnız müdavim câfeye damlıyor. Sefer sofrayı bu kez onlar için kuruyor. Müdavimler bu gönül sofrası karşılığında çöpteki torbayı sokağa bırakıyor (Sefer’e göre böylece kendilerini iyi hissediyorlar) ve câfede gün boyu okunmuş gazeteleri koltuklarına alıp “Taaa” diye teşekkür edip gidiyorlar…
Sefer bu yalnız uşakların Christmas dışında pek görüşmediği kariyerli çocukları olduğunu söyledi. Dünya hali… Kapitalizmin dünya hali yani… Sefer’in câfesinde bu müdavimlerden rahmetli olmuş bir kadının fotosu da asılı… Belki o kadıncağızın o fotosu çocuklarının duvarında yok vesselam. Neyse bizimkine göre, bu müdavimlerin derdi para pul değil. Yalnızca yalnızlık.
Geçen gün bir haber çevirdim. İçim sızladı… Yapılan bir araştırmaya göre; aile hekimlerinin dörtte biri, günde en az 1 ile 5 arasında hastanın yalnızca “bir insanla iki çift laf etmek” amacıyla kendilerini ziyaret ettiklerini söylüyor. Bazı doktorlar da yalnızlık çeken hastaların sayısının günde 10’u aştığını belirterek, bu çaresiz insanların başka hastaların zamanını çalmalarından yakınıyorlar…
“Yalnızlığa Son” Kampanyası Direktörü Kate Jopling de yalnızlık çeken insanlarla ilgili yeterli araştırmaların yapılmamasından şikâyet ederek, “Ne yapacağını bilmeyen bu yalnızların doktorlarını görmek istemeleri de son derece normaldir” diye savunrma yapıyor.
Araştırmalara göre Britanya’da 65 yaş ve üstü 3 milyonun üzerindeki grup kendisini yalnız hissediyor… 75 yaş üstü grubun yarısı ise yapayalnız ve televizyonu tek oyalanacak araç olarak görüyor… Haberde görüşü alınan sağlık yetkilileri de yalnızlığı acil çözüm bekleyen “en büyük sorun”lar arasında sayıyor…
Bu ülke kendi insanını olduğu gibi bizim gibi göçmenleri de yalnızlaştırıyor. Bir kere Britanya, göçmenleri getto yaşamına zorluyor. Londra’daki toplum olarak da o kadar kötüyüz ki “ben, sen ve o” olarak kalmaya mahkumuz. Hiç bir zaman “biz, siz ve onlar” olamayız… Bir yarımız diğerinden nefret ediyor ve durmadan kuyusunu kazıyor. Bir de “gözden ırak olan gönülden de ırak olur” misali, Türkiye’de de her geçen gün sığlaşıyoruz.
Can sıkıcı bir durum yani… Yalnızca yalnızlığın üzerine iki kelâm etmek istemiştim de…