Ajans muhabiri olarak mesleğe ilk adımımı attığımda haberler daktiloda yazılırdı. Hata yapınca da tipex’le silinirdi. Yazı işleri onaylayınca da teleks odasından takır takır gazetelere geçilirdi. Sonra faks icat oldu. 1985 Aralık’ında Londra’ya ilk kez geldiğimde Günaydın Gazetesi Londra Temsilciliği, Moskova’daki Türkiye Başkonsolosluğu’na faks denilen o pahalı aleti hediye olarak göndermişti.
Yurtdışında habere ulaşmak ya da yurtdışı gündemini izlemek için yurtdışı muhabirliği elzemdi. Hürriyet, Milliyet, Günaydın ve Türkiye ile dergilerden Nokta ve ajanslara çalışan (günümüzün yirmide biri) 5-6 gazeteciydik… Yurtdışından haberleri kaleme alıp fakslama şansı olmadığında haberi telefonla yazdırırdık. Ahizenin öbür ucunda bazen kadrolu “on parmak daktilocu” olurdu.
En büyük dert gazeteye fotoğraf göndermekti. Haber sonrasında Oxford Street ile kesişen Wardour Street’de 24 ssaat açık fotoğraf stüdyosu Joe’s Basement’e koşardık… Eğer filmler yanmamışsa, bir saat sonra karta basılmış fotoğrafları kaptığımız gibi de yallah Heathrow’a, İstanbul yolcusu bulmaya… Bu her zaman kolay olmazdı. O dönemde havalimanlarında IRA’ya karşı silahlı komondalar nöbet tutar ve yabancılardan paket alınmaması için de sürekli anons yapılırdı. Sıradan bir haberin üretilmesi ve gazeteye gönderilmesi neredeyse tam günlük engelli koşuydu.
O yıllarda İstanbul’daki bulvar gazetelerinin yazı işleri çalışanları Londra’ya bavul bavul magazin ve mecmua toplamaya gelirlerdi. Amaç fotoğraf arşivi… İngilizce bilen gazeteciler nadir olduğundan yazılarını çeviren olmazdı. Lady Diana’nın fırtınalı bir havada ters dönmüş şemsiyeyi tutmaya çalışırken ki fotoğrafına “İki eliyle bi şemsiyeyi doğrultamadı” diye haber uydurulduğuna tanığım doğrusu…
Sonra bilgisayar ve internet dönemi başladı. “Teknolojinin gözünü sevim, artık haberi ve fotoğrafı saniyede gazeteye gönderiyoruz” derken iki felaket kapımızı çaldı… İlki artık yurtdışının nabzını tutmak için dış muhabir ya da temsilciye gerek kalmadı. Bir zamanlar bavulla gelenler, internetin başında haber ve fotoğrafları göçertmeye başladılar… İkincisi ve en önemlisi de, çoğu medya kuruluşu iktidarın basın ve halkla ilişkiler bürosu gibi çalışmaya başladı. Böylece habere ihtiyaç kalmadı… En büyük medya patronu da Recep Tayyip Erdoğan oldu.
Bu çürüme yurtdışındaki basın emekçilerinin çoğunu işsiz kıldı ve mesleğin dışına iteledi. Oysa meslektaşlarımız yalnız Türkiye’ye yönelik değil, bulundukları ülkelerdeki Türkçe toplum gazetelerinin şekillenmesi ve büyümelerine de katkıda bulunuyorlardı… Unutmamalı ki toplum gazeteleri hizmet ettikleri toplumun arşivini de oluşturur. Türkiye’deki medyanın içler acısı durumu ve yurtdışındaki yeni kuşağın Türkçe gazetelere ilgisizliği gözönüne alınırsa sanırım biz Kelaynaklara döndük.
Pek çok meslektaşım gibi benim de Türkiye’deki medya ile bağım koptu. Para kazanmanın ötesinde meslek ve yazma serüvenini sürdürdüğüm, “bağımsız” internet gazetesi Açık Gazete, 10’ncu direniş yılına girdi… Ve Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dediği gibi; “Ekmeği bol eyledik, acıyı bal eyledik, sıratı yol eyledik geldik bugüne…”
Bu yılki “Açık Gazete Yıl Sonu Gecesi”, bu açıdan önemliydi… Kuzey Londra Toplum Merkezi’nde gecede sanatçı dostlarım Soner Çeki, Tuğba Özcivan ve Ozan Toprak ile Tuna Çoşkun eşliğinde Nihavent üyeleri sahne aldı. Ayrıca Kıbrıs kökenli sanatçı Osman Balıkçıoğlu da skeçleriyle geceye renk kattı. Bir taverna tadında geçen geceye 100’e yakın Açık Gazete dostu katıldı. Açık Gazete’yi bugüne taşıyan ve destek olan herkese buradan da teşekkür ediyorum…
İyi haftalar efendim…