ABD’DEN… Konuşmak başa belâdır!”

Fotoğraf konusunda bir yoksunluk içinde olduğumu, geçen sabah tıraş olduğum sırada, aynaya dil çıkarıp kendimle dalga geçerken, birden fark ettim.

48 yıllık yaşantımda, şöyle hatırı sayılır bir pozum hiç olmamıştı. Hele, dili pabuç gibi dışarda bir fotoğrafım, hiç! Oysa ailemizin özel tarihinde, şükürler olsun, elimizin altında her cinsten fotoğraf makinası hep bulunmuş olmasına karşın, anlaşılan ben fotoğraf çekmeyi de, fotoğrafa “çıkınmayı” da pek sevenlerden değilim…. Üstelik koldan çevirmeli bir sinema makinamız bile vardı!

Bununla beraber, eski bir alışkanlıkla sokaklarda, meydanlarda, tarihi antik yerlerde fotoğraf karesine girmek telaşında birini görmeyeyim, hemen yardımına koşarım. Böyleleri genellikle turistler olunca, üstelik millî bir vazife yapmış olmaklığa kavuşurdum. Belki, sonradan filmler banyo edilince, güneşi iyi ayarlanmamış görüntülerin ya da el titremesi beceriksizliğinden karenin dışında kalmış olanların bulunduğu fotoğraf kartlarına bakıp, ardımdan söyleniyorlardır. Böylesi “Müfettiş Clouse”luk yapanına, İstanbul ağzında, “raspayla sırt kaşıyan”, derler…

Hoş, artık dijital fotoğraf aygıtları var da, fotoğraf çekilir çekilmez, makinanın ekranı başına herkes üşüşüp, “A,aa… Bu iyi olmamış!” deniyor ve yeniden çekim çalışmalarına kalkışılabiliyor. Dijital makinalar ortalıkta olduğundan beri, fotoğraf çekmek üzerine beceriksizliğim ortaya çıkacak diye, artık bu türden ‘tahammülfersa’ işlere uzak duruyorum.

***

Yaşamımın en iyi fotoğraflarını, gazeteci ve fotoğraf sanatçısı arkadaşım Ender Erkek çekmiştir. Hani, arkadaşım diye söylemiyorum, ama üstüne yoktur. Bu iyi fotoğraflardan birisini, bir süredir Açık Gazete’de köşe yazısı diye bana ayrılmış olan, burada kullanıyorum. Ender Erkek, bu fotoğrafı iki yıl evvel, Altın Kitaplar’dan çıkan ilk romanım “Phaselis Adağı”nda kullanmak üzere arka kapak için çekmeye kamerasını hazırlarken, bana sormuştu: Nasıl bir şey istiyordum?

Beni 1976’dan beri tanıyan, Cumhuriyet Gazetesi’nde 7 yıl beraber çalıştığım, daha sonra bir “âbanî yorgan” altında yatmamışlığımız geriye kalmış bulunan dostum, beni iyi tanırdı. “Romanda neden bahsediyorsun?” diye sorusunu tekrarladı. Bundan anladım ki, kitabımı okumayacak, elde ettiği özetle yetinecekti. Ona, 533 sayfalık, küçük bir ansiklopedi ebatlarında bulunan kitabın öyküsünü anlatmak zor olacaktı; kısaca, “Kitapta hışırlık, yaramazlık ve muziplik yaptım” diye, kıymet verilebilecek, hatta ilerde edebiyat eleştirmenlerince ele alınacağına inandığım bir şeyler söyledim.

Ender, “Zaten, senden böylesi beklenirdi” dedi ve şimdi burada gördüğünüz, ama aslı, orjinali Phaselis Adağı’nın arka kapağında yer alan fotoğrafı çekti. Bununla, benim sırıtan bir fotoğrafım daha oldu. Çünkü, ben bütün fotoğraflarımda, hep “sırıtırım.”

Bu “sırıtma” konusu; ABD’nin haber kanallarından Açık Gazete’ye akmayan, kıyı köşe borularındaki tıkalı kalmış, gözden kaçmak niyetiyle gün eskitmeye çalışan kimi küçük haberleri bulup buluşturup gönderdikçe; Yayın Yönetmeni Faruk Eskioğlu’yla aramızda sorun oluyor.

Bunda Ender’in bir kusuru yok; kabahat benim sırıtmamda…

Haberlerin manşeti yanına, sırıtan fotoğrafı koymamasını istediğim yazılar olunca, Faruk’a rica ediyorum:

“Yazı, idam cezası almış, ipte sallanan birine ait” diyorum, “Lütfen, tam onun yanı başına, benim kahkahasını dudak ucuna yerleştirmiş fotoğrafımı koyma! Sonra, derler ki, bak utanmadan bir de idam cezasına gülüyor.”

Sırıtan fotoğrafım öylesine sorun olmaya başladı ki, en kısa sürede Türkiye’ye ayak basar basmaz,  yine Ender’in karşısına geçip, haberlerin nitelik ve içeriğine göre türlü durumlara karşılık veren fotoğraflar çektirmek, bana kaçınılmaz görünüyor. O vakit, Faruk’la aramızda bu anlamda bir iletişim sorunu olmayacak. Ben, örneğin “Darfur’daki Soykırım” haberinin görsel malzemesi yanında, şöyle üzüntülü bir durumda resmedilecek; Nazi meraklısı Amerikan Ku Klux Klan haberleri gönderince, ordaki kukuletalı adam fotoğraflarına biraz kızgın bakıyor olacağım. Tecavüze uğramış kadının haberinde, “Vah vah! Gördünüz mü? Aman, ona buna inanıp, arkasından gitmeyin. Sonra, karışmam ha!” tavsiyesinde bir Reha Muhtar bakışıyla bakarken, trafik kazası haberlerinde “Süratin sonu işte budur” gibisinden bir komiser Hulûsi Kentmen kaş çatımı bulunacak… “Devrimci” eylemleri anlatan haberlere, Stalin ya da Enver Hoca bakışına, ne dersiniz?

Katolik papazlar ve azize rahibeler yazısını siz okurken, ben oradan “uhrevî” bir ifadeyle size bakıyor olacağım… Eşcinsel haklarına ilişkin bir haberdeyse, bıçkın bir Kasımpaşa delikanlısı hâlimle, orada edâ edeceğim;.yanlış anlamasınlar, diye… Olmadı; “Beğenmezsem, yırtarım ulan bu sayfayı” diyen bir dayılık içinde görüneceğim, Kasımpaşalı gibi!

Böylece, Faruk da, işi gücü bırakıp, bu habere sırıtan fotoğraf mı koyayım, yoksa aşağı mı indireyim gibisinden sorular sormak zorunda kalmayacak. Elbette, söylemem gerekir ki, Faruk Eskioğlu kibar ve hassas birisidir; asla, “sırıtan” sözcüğünü, ben ısrarla kullansam da, o hiç tekrarlamamış, tersine “gülen fotoğraf” adını takmıştır.

Fotoğraf konusuyla başladığım yazımı yazarken, işte tam da şu ânda durdum ve tekrar Açık Gazete’nin köşe yazarları bölümünde, “Kupa Kızı” dahil tüm komşuların fotoğraflarına tek tek baktım. Size de salık veririm; lütfen bakınız! Bir iki komşu dışında, hepimiz gülmemek için kendimizi zor tutmuyor muyuz?

Zaten, Zeynep Bell çoktan kahkahayı basmış görünüyor…

Tudora ise, “Oldu mu ya, Mahmut Bey! Size yakıştı mı?” gibisinden bana bakıyor, eşim Sinem’le tanışırlar, biraz “eltilik” yapıyor!

Füreya hanımın gülmesi Aslı hanımınkinden az değil…

Birsen hanım, yazı işleri müdürlerine yakışan bir gülümseyişi eli çenesinde, saklıyor; fazla şakaya gelmez bir hâli var!

Işık hanım, kırık bir tebessümle bakıyor; olsun, kalp kırıklığından iyidir.

Çiğdem hanım, eflâtunu seviyor belli ki, leylâk renginde güldü, gülecek… Köşede hepimiz şen şakrak duruyoruz. Bir, iki suratı asık komşumuz varsa da, merak etmeyin, nasılsa gün gelir onların da yüzüne bir gülücük yerleşir.

Bu, “yüze gülücük sıcaklığı yerleştirme meselesi, tamamen bir niyet işidir, talimat ve komutla olamaz”, diyeceğim geliyor ama, aklıma sonra Mao’nun Kültür Devrimi sırasında 1 milyar insana çıkarttığı “emir” takılınca, elimde değil yine sırıtıyorum.

 Mao, vesikalık olsun olmasın, aile hatırâtları dahil her türden fotoğrafın çekildiği makinaya bakan bütün Çinlilerin mutlaka gülümsemesini emretmişti. Devrimci bir gülüşle bakılacaktı, objektife… O, ne demekse! Böylece, kahrolması gereken emperyalizmin propagandasına karşı, “Görüyor musunuz, Çin halkı mutlu, mesut ve müreffehtir” demek şansı olacaktı. Buysa, 1 milyar gülümsemeye eşitti. Malthus kuramını alt üst eden Çin nüfusunda “Da Vinci” gülümsemesi fotoğraflara konuluyordu: Mona Lisa, Malthus’a gülüyordu!

Fotoğrafların, seyredenine konuşması, “Mao’nun da işaret buyurduğu gibi”, bu yüzden söz ve sözcüklere eşit bulunuyor. O nedenle fotoğrafçılık, mûgalata ve telmih, teşbih sanatlarıyla yarışabiliyor. Üstelik, kimi usta ellerden çıkınca, bir fotoğraftaki söz yığımı, konuşmaktan daha çok işlev görüyor.

Zaten konuşmak nedir ki; Başa belâdan başka!

***

Finlandiya’da bir atasözü varmış: “Tek bir sözcük bin belâya eşittir!” Orada anlatılan bir öyküyü, size Theodore Zeldin’in kaleminden aktaracağım: Fin ormanlıklarında, sessizin sessizi bir kuytu köşede, birbirinden uzak yaşayan iki komşudan birisi, ötekini günlerden birgün ziyarete gelir. İçeri girip sessizce oturur, hiç konuşulmaz. Sessizlikten sıkılan ev sahibi, aradan bir kaç saat geçince, en son 20 yıl evvel görünmüş bulunan uzak komşusuna, niye geldiğini sorar; sohbet olsun, diye… “Ben mi?”, der konuk, sanki orda başkası varmış gibi, “evim yanıyor da, onu haber vermeye gelmiştim!”

Anlaşılan, Finli evinin yanmasındaki belâdan daha fazlasını, eğer konuşursa, dudaklarından çıkacak tek bir sözcükte buluyor, bundan korkuyordu. Bununla birlikte tarihte, konuşmanın başa belâ olduğunu benden önce söyleyenler de bulunuyor. Purdue Üniversitesi’nin 300 bin ciltlik kitaplığında biraz eşelenince, bakın neler buldum: 

Konuşmanın sakıncalarını, ilk kez, Milât Öncesi 300’lü yıllarda yaşamış, Çinli filozof Han Fei Tzu söylemişti. Tzu’nun tuzu kuru muydu, yoksa açlıkla guruldayan karnından mı konuşmuştu, burasını tam olarak bilemiyoruz. Ama, ne ki, söz söyleme özgürlüğünün tarihte ilk savunucularından, sonra da konuşmaktan korkup aman susun, diyenlerdendir. O, ne söylese yaranamamıştı; insanlar, onu hep yanlış anlamışlardı. Şakacı olmayı denese, iktidardakiler onu alaycılıkla suçlamışlar; bunun yerine, şikâyete başvursa, fazla müşteki oldu diye yaka silkmişlerdi. Ciddi yazdıklarını hafife alıyorlar, biraz kinâyeli laf ederse Saray muhafızları kapısına  dikiliyordu. Fazla konuşunca cezalandırılıyor, az konuşursa bu kez acaba dilinin altında ne var diye, Çin işkencesine yatırılıyordu. “İknâ Sanatının Zorlukları” adlı kitabını yazdıktan sonra, idama mahkûm oldu.

Sanmayın ki, Sokrat dışında, kendiliğinden ölüme güle oynaya giden başkası yoktur; Han Fei Tzu bu türden insanların uzakdoğu temsilcisidir. Çinli bilge, daha o zamandan görüyordu ki, sorun insanoğlunun kavrayış eksikliğinden kaynaklanıyor. Tam dilini tutacağı sırada İmparator, ‘sallandırın bu adamı’, dedi; insanlık, uygarlık maçından eksi 1 puanla mağlup çıktı.

İran Prenslerinden Keykavus da benzer şeyler söyleyip konuşmayı kısa kesenlerdendir: “Çok konuşan biri”, diyordu, “Ne kadar akıllı olursa olsun, aptalların en başında gelir!”

***

Hımmm.. Demek ki, çok konuşmakla aklımızı ortaya koymuyorduk; o hâlde susalım. Zaten, söz gümüş ise, sükût altındır, dememişler miydi? “Su küçüğün söz büyüğün!”, diye bellettiler. Bunu “Belleten Dergisi”nden değil, aile çevremden biliyorum. Ben, çocukken uyarıyı karıştırıyor olmalıydım ki, hem suyu içiyor, hem de söze atılıyordum; sonra, annem duruma müdahale etti ve Çerkesce  “Haynape!” vurgusuyla, bunun “çok ayıp” olduğunu, öğretti. Ben de lâkırdıya bir daha karışamayınca, işi yazmaya dökmüştüm: Bu yüzden, Kadıköy Ortaokulu’nun 1.sınıfından beri bütün kompozisyon ödevlerim, ayıptır söylemesi, hep 10’luk not aldı. Sonra, hızımı alamayıp kendimi Babıâli’de buldum; bildiğiniz gibi, şimdi de, Indiana’nın mısır düzlüklerinden size yazıyorum.

Yazıyorum yazmasına da, yorum ve köşe yazarlığı benim ne haddime düşmüş, bir de utanıp sıkılmadan o işe soyunmuşum, diyorum. Açık Gazete, beni “Şam hırkalı kırantadan bir adam” sanmış olmalı ki, yazının başında belirttiğimce, köşe yazarları arasına “sırıtan fotoğrafımı” bile koydu. İşte, ben de, şımarmaya müsait insanoğlu cibilliyeti taşıdığımdan, kendimi tutamayıp arada çam devirmeyi, gaf yapıp pot kırmayı pek iyi becermiş olmalıyım. Zira, “Komünist Diş Fırçası” adlı yazımla, dinsel inançları olan eski dostlarımı, böyle konuşarak gücendirmiş bulunuyorum. Güceniklikten, bana yorum bile göndermediler.

O yazımda, diş fırçalarının biraz kötü görünen kıllarına akılları takılmış bulunan Amerikalı “kapalı toplumcular”dan söz etmiştim. Bu aralarda, “Açık Toplum” lâkırdısı ederseniz, Sir Karl Popper’in adamı sayılıyor, bazıları da sizi hemen CIA ajanı dosyasına iliştiriyor. Çok tehlikeli, çok… İşte, komünist diş fırçalarının mülkiyet sorununa kimseden olumlu, olumsuz yanıt gelmeyince, buna çok küstüm. Demek ki, ben iyi bir yazar, köşe yazarı değildim. Hiç kimse, yazımın altına yorum eklemediğine göre, ya anlaşılmadım, ya da ciddiye alınmıyordum. Yahut, benim yazdığım son yazıya bir cevap yetiştirmek telaşını kimse üstlenmek istememişti. Kupa Kızına bile daha çok yorum geliyor, oysa oralı olmadığından yanıt vermeyip yorumlara yorulmuyordu, bile…
En son sözü söylemek en iyisiydi!

Konuşma sırası gelince, son sözü söyleme ayrıcalığı, tıpkı, bir toplantıya ya da düğün derneğe herkesin gözü kapıdayken ulaşmak, hatta eğer bekletilen maşûkanız değilse verilmiş randevüye geç gitmek gibidir. Susmaklığınız karşı tarafın rahatsızlığını arttırır, ama asıl çelişki de buradadır. Bir yandan da siz, konuşup kendinizi ele vereceğiniz ânı onların beklediğini bile bile, dayanamaz çene kavâflığına kalkışırsınız.

Pîr Sultan Abdal’ın deyişiyle, “El ariftir, kollar senin fendini!”… 

Siz “sükût ikrârdan gelir” deyişine uymayan biriyseniz, zaten kuş palazına tutulmuş bir çift lafı paralarsınız. İşte o zaman, başınıza püsküllü belâ sarmış olursunuz.
Son söz, her zaman, en değerlisidir.

Son yazdıklarımda ben, Divan edebiyatımızda şair Nev’î ne demişse, onu takip etmek istiyordum. Elimi kulağına atıp, “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri”, diye bozlak hiç okumadığımdan, sadece Mevlevî usülü beyitler bilirim. İşte, Nev’înin sözüyle,

“Geldimse n’ola ben şu ara bezmine âhir,
Âdet budur âhirde gelir bezm-e ekâbir!”

gibisinden, en son ben yazayım, ekâbirden saysınlar dedim, ama rahat vermiyorlar ki…  Suskun kalmaklığımı, Atinalı retorik ustamız Gorgias gibi bozmak içim hababam zorlanıyor, kendimi Kırkpınar’ın Cazgır’ı  tarzında ortalıkta buluyorum…

Bu “tenakûzdan” kurtulmanın yolunu, Profesör Michael Weinstein’a Purdue’deki odasında sordum. Polemik sanatı üzerine konuşuyorduk. “En iyi polemik”, dedi, “karşı tarafı bir tehlike altında kalındığına inandırmakla son bulur!” Ben hocamı, karımı dinlemekten daha fazla dinlerim… Doğru söylüyordu: Öcü geliyor dendiğinde, nasıl korkardık, hatırlasanıza….  Sonra, Weinstein koltuğuma bir kitap sıkıştırdı; oku da gel, dedi. Kitap, Walter Lippmann’ın 1920 basımlı bir eseriydi. Okudum.  

“İnsanlara, bir düşüncenin tehlikeli olduğunu söyleyin”, diyor Walter Lippmann, “Onlar, tehlikenin tehditinden kaygılanmakla zaman harcayıp, bu sırada asıl tartışılması gereken düşünceyi unuturlar.” Bunları, Amerikan basınının polemik babası Lippmann’ın “Özgürlük ve Basın” adlı yapıtından size aktarıyorum.

***

Şimdi, uzun lafın kısası, ben artık buraya salt öykü göndereceğim. Okursanız memnun olurum. İlk öyküm nerdeyse hazır bile: “Orkestranın Ses Mühendisi”
Bu öyküde, sizi öylesine ürküteceğim ki, çok korkacak, asıl ana fikrin anneannesini bile unutacaksınız.

Bunu duyurmakla, polemik sanatının gereği olan son sözü söylemek için tehlikenin yaklaştığını muhaliflerime de ihsas etmiş oldum.

Artık gerisi onların bileceği bir iş!

“Katalavis?”

Tefrika Romanlar ustası Nizâmettin Nazif gibi tekrarlayalım, “Haftaya görüşmek üzre…”

1591800cookie-checkABD’DEN… Konuşmak başa belâdır!”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.