ABD’DEN… Maça papazı, kupa kızı…

Yazarın notu: “Bu bir mizah yazısıdır! İçindeki her şey o yüzden kurmaca ve gerçek dışıdır.”

Bugünlerde, bir özür dilemek sevdası çıktı ortaya: Herkes bir şeylerden af dilenip duruyor. Kimisi, vakt-i zamanında Hakkın rahmetine kavuşmuş olanlar için yana yakıla özürler dilerken, bazıları trafik kazalarında ölenler adına otomotiv firmalarını 8/8 kusurlu bulup geride kalan dul, yetim ve öksüzlerden affını rica ediyor. Bir salgındır, çıktı!

Ben de, bir zamanlar burundan takma komik gözlük gibisinden şimdi moda olan bu toplumsal maratona katılsam mı, diye düşünüyorum; henüz pek gecikmiş sayılmam! Sabahleyin, elimdeki bütün işleri o yüzden bıraktım ve özür dilenecek bir konu aranmaya başladım… “Hanende Melek” alkışı almak için galiba benim de bir özür dilemem gerekecek; ama, gel gelelim bulmakta zorluk çekiyorum.

Bunun için tarih kitaplarını bir karıştırmam gerekir, diye kitaplıkta gezinmeye koyuldum. Çünkü, en iyi özür, tarihsel olaylar için dilenmiş olanıdır. Zira, böylece artık varolmayan insanların, belki tepemizde dolaşan ruhlarını yâd etmiş olacak, ayrıca bir kaşık suda fırtına koparıp “modernite ve demokratikleşme” üzerine bayrağı ele almış olacaksınız. Şimdilerin modası, tarihi, solculuk adına af sözleriyle doldurmaktan geçiyor. Gelen yanıta göre, eğer “özrünüz kabahatinizden büyük çıkmazsa”, baş tacı edilirsiniz. İşte, bu nedenle, benim dilemem gereken acil bir özür olmalıydı. Hemen, kitaplığımı alt üst ettim. İskele ayaklarına yapışmış midyeler bile, bir iki kez açılıp kapanınca rızıklarını bulmazlar mıydı, dedim ve aradığımı kolayca buldum. Aslında bir çok özür konusu vardı, ama ben bunlardan şimdilik bir kaçını eskitmeli; sırası geldikçe, ötekileri piyasaya sürmeliydim. Ancak ben kendi özürlerimi sunarken, eşitlik sağlamak için karşı taraftan da aynısını bekliyorum.

Örneğin; 1402’de Ankara Savaşı’nda yenik düşünce, kederinden ve tarihçilere bakılırsa “nefes darlığından” ölmüş bulunan Yıldırım Bayezid için savaşın galibi Timurlenk’in bugünkü soydaşları bizden özür dilemeliydi. En azından Osmanlı Hanedanı’ndan bir özür dileseler, iyi olacak gibi görünüyor. Timur’un ordusundaki askerlerin Anadolu’da yakıp yıkmadığı köy, tecavüz edilmemiş kadın, kız kalmamıştı. Özür dilesinler! Moğol-Çağatay lideri Timur adına bir özür Orta Asya’dan gelmezse, onlara çok küskün kalacağımdan, ömrü billah oralara gitmemek kararındayım.

Onlar özür dilerse, 1071’de Malazgirt’ten Anadolu’ya akın eden Türklerin Oğuz Boyu adına, ben de Bizans’dan af dileyeceğim. İstanbul Kalhedon (Kadıköyü) çocuğu olduğumdan, arka mahalledeki Rum çocuklarıyla hep iyi geçinmiştik; kavga etmezdik. Benim özürümü o yüzden kabul edeceklerdir; eminim.

Milli şairimiz Namık Kemâl’in “Cihangir bir Devlet çıkarttık, bir aşiretten!” demesi için de herkesten özür dilerim. Böyle şiirler emperyalizme hizmet ediyor, başka devletlerin bugün bir yerleri işgâl etmesine zemin hazırlıyor olabilirdi. Bu sözlere aldanıp “Cihanşûmul” bir devlet kurmaya kalkışan olursa, diye söylüyorum. Herkes oturduğu yerde, otursun.

Bu özürleri biraz daha eskiye götürsem iyi olacak! Ne de olsa, günümüze yakın düşen tarihler üzerinde, bilir bilmez, konuşanı çok oluyor. Ben de, suya sabuna dokunmayan bir özür dileyip sıramı savayım, istiyorum. Pekalâ! Ya, Büyük İskender’e ne dersiniz? Acaba, Miladdan Önce 333’de Anadolu’ya çadır kuran İskender’in Makedon ve Balkan torunları, bakalım bu toprakları transit yola çevirdikleri için bizden af dileyecekler mi, dersiniz? En azından, Boşnak olan karım, köken bakımından Büyük İskender’e akrabalığı olduğundan, benden özür dilemeli!

Bana kalırsa, Perslerin Karya’yı işgali nedeniyle, bugünkü İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad Bodrum Belediye Başkanı’ndan hemen özür dilemeli. Nükleer tesis için özürü sonra dilese de , olur! Pers orduları, Halicarnassus’daki Dünyanın Yedi Hârikası’ndan biri üzerinde dolaşmış, sonra Bodrum’da bir “satraplık” kurarak, başka Anadolu kentlerini işgâle gitmişti. Eğer İranlı Mahmud’dan Bodrum’a bir özür gelirse, İstanbullu Mahmut olarak bir özür de ben dilerim: İran Safavi İmparatorluğunun sonunu getiren 1514’deki Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim adına affımızı rica ederim.

İmparator Nero’nun, 62 yılında, emriyle harekete geçen Roma birlikleri Armenia topraklarını tarumar etmişti. O zamanlar Bythina Krallığı adındaki devleti yıkan, çoluk çocuk demeden katliam yapan General Pompey ve Roma askerleri adına İtalya derhal Ermenilerden özür dilemeli. Onlar özür dilerse, ben de Andrea Doria’yı Preveze Deniz Savaşında yendiğimiz için, “Pardon!” derim. Barbaros’un Levendi olarak…

Gördüğünüz gibi, tarihten sayfaları Feridun Fazıl Tülbentçi üstâdımız gibi karıştırdıkça, neler çıkıyor, neler… Bu savaşlar, işgâller oldukça, halklar yok oluyor, insanlar acı çekiyor; sürgün, yurdu terk ediş gibi çok şey yaşanıyor. Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” adlı uzun şiirinde söylediği, “İnsanlık tarihi kanla doludur” sözü için, özür dilememe gerek yok! Çünkü doğru!

Bu özürlerin sonu gelmeyeceğe benziyorsa da, bunları yazmakla en azından, kaç zamandır bu köşede yer alan “Komünist Diş Fırçası” adlı yazının yerine yenisini koymuş oluyor ve birden, şimdi görmekte olduğunuz gibi üst sıraya çıkmış bulunuyorum. Zaten, kimi okurlardan, hatta sevgili bir yazar dostumdan, “Yeter artık, değiştir şu Diş Fırçasını! Fırçanız eskidi” diye uyarılar almıştım.

Komşularımdan birisi elini çabuk tutmazsa, köşe yazıları sırasında, en üstte biraz kalırım. Aslına bakarsanız, Açık Gazete’nin de benden özür dilemesi gerekir. Ben, Açık Gazete’nin yazarları arasında iyi bir şey yapmaya çalışanlardan olmak istiyorum. Ama, buna gazetenin internet sayfası bir türlü izin vermiyor. Yazar arkadaşlarımın aslında bir kabahati yok! Hele İsveç’te mukim Ali Haydar arkadaşımın bunda kusurlu olduğunu asla iddia edemem… Çok yazan, üstte kalıyor: Kural bu!

Ah, keşke eski biçim rotatiften çıkma, mürekkebi ele bulaşan gazeteler olsaydı, beni yazarlar sıralamasında “en iyi yapan” listesinden kim aşağı çekebilirdi, size sorarım! Basılı gazete artık tekzip dışında düzeltme kabul etmeyen bir gazetedir. Her şeyi tekzip edebilirsiniz, ölüm hariç! Tekziplere de özür gönderebilirsiniz. Gazete dediğin, ikide bir yaz boz tahtasına çevrilen karalama kâğıdı değildir. O zaman “palimpsest” niye kullanılmıyor? Palimpsest kâğıtlarını kullansaydınız, tekzibe gerek kalmayacağı gibi, yazarlar arasında liste başına çıkmak yarışı da olmazdı. Kâğıttan gazetede, öyle aklınıza estikçe, sayfa düzeni yapamazsınız. “Ali Acar ve Arap Adnan”, Babıâli’nin gelmiş geçmiş en iyi iki sayfa sekreteri bile Cumhuriyet’te bu kadar değişiklik yapmazlardı. Koray Düzgören’e bir sorun: O, Cumhuriyet’in mizanpaj ve matrisli günlerini hatırlar…

Ben de eski bir alışkanlıkla, iyi bir şey yapıyor görünmek istediğimden, gazetenize bir süre evvel köşe yazısı yazmaya başladım. Köşe yazarı olmakla, kendimi bir ânda Menkul Kıymetler Borsası’nda inip çıkan endekslerin arasında bulduğumu itiraf etmeliyim. Altın Borsası’nda bile fiyatlar bu kadar çabuk değişmiyor; stabilitesi var! Biz, Açık Gazete’nin yazarları, liste başına geçip oraya bir fiyakayla tam kurulduğumuz  sırada, saltanatı pek fazla sürdüremiyor, kademe kademe aşağılara iniyoruz. Haber barometremiz düştükçe, her 10.5 metrede 1 derece azalıyor olması gibi, fotoğraflarımız aşağıya kayıyor.

O yüzden niyetiniz varsa, size tavsiye etmem: “Açık Gazete’ye sakın yazar olmayın!” Eğer ille olacağım, diyorsanız tahtırevelliye binmeye hazır olun. Bunu, ne zamandır söyleyecektim. Dilimi ısırıp duruyor, zaten bir süredir ona buna sataşmayayım, diye susuyor; hani yanlışlıkla ağzımdan bir siyasi lâkırdı kaçar, kaygısıyla bir köşede bekliyordum.

Ama, şimdi açıklamanın sırası geldi. Özür dilemese de, ben aslında, Açık Gazete’yi bu yüzden seviyorum. Gazeteyi, yazar arkadaşlarımla borsa listesinde yukardan aşağıya sıralanıyor gibi olmaklığın verdiği heyecan yüzünden beğeniyorum. Köşe yazısını tam liste başına koymuşken, ABD pop-rap müzik listelerindeki “Top-10” gibi birden, bir başkası çıkıyor, sizi alaşağı ediyor, sizin yazınız süngüsü düşmüş askerden beter oluyor. Kendinizi ikinci sırada buluyorsunuz. “Eh, olur ya! İnsanlık hâli; düşmez kalkmaz bir Allah!” diye teselli aranıp sıfırı tüketmemeğe çalışmakla, ikinciliğe tam alışmışken, bir kaç saat geçmeden sayfaya üçüncü bir yazar refikimiz “dühûl” ediyor. Oldu mu, ya! Ne olur, biraz beklese, çatlar mıydı? Bize 1 günlük beylik yeter. İkinci sırada biraz dursak fena mı olur? Yok, size rahat yok, azizim!

Şimdi 3. sıraya indiniz; buna da alışırsınız… İçinizden, “Salâtin Çarşı Hamamı soğukluğu” geçmiştir, ama yapacak bir şey yok! Arkadan diğer yazar arkadaşlarımız, maşaallah, Allah nazardan saklasın, döktürüp dururlar; siz de paçanız tutuşmuş gibi, onlara yetişmek için yazmak zorunda kalırsınız. Yoksa, maazallah, en aşağılara inmek, borsada kıymet kaybetmiş kâğıtlardan biri olmak ihtimali de var. İyi de, hep 1.sırayı tutacağım, diye her Allahın günü, sabah akşam yazılmaz ki… Her hışırlığın bir haddi olduğu gibi, yazmanın da bir raddesi vardır!

Bütün bunlardan daha önemlisi, Açık Gazete’nin yazarlar köşesindeki demokratik yapılanma iskambil kâğıtlarının olasılıkla dağıtılmasına benzemektedir. Elinize nasıl bir kâğıt geleceğini bilemezsiniz. Sanki çok anlarmışım gibisinden, iskambilden söz ettiğime bakmayın; kâğıt evler yapmak dışında, elime bile almadım. Ancak, yazar milletinin böyle tutturakları vardır. Öğrendiği bir şeyi, kimse bilmezmiş gibi, başkalarına satmayı çok severler. Ben de, bu yazıya başlarken, hem özür dileyeyim, hem de birilerini af edeyim istedim. Ayrıca, bir süredir başlı bacaklı Maça Papazı gibi Kupa Kızının yanındayken, özür dileyen yazısıyla birden yukarılara çıktığını görünce, haydi ben de iki kelime döktüreyim, arkasından yetişeyim dedim. İyi etmiş miyim?

Yazıyı beğenmediyseniz, hepinizden özür dilerim! 

 

1591790cookie-checkABD’DEN… Maça papazı, kupa kızı…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.