ABD’DEN… ‘İmam nikâhsız gerdek mi; asla!’

“Şeytan ayrıntıda gizlidir!”, deyişi, şu sıralarda Türkiye’nin her köşesinde, şeytanî bir sırıtmayla kendini ele veriyor. Ayrıntıya bile, artık burun kıvırır oldu, Lucifer! Görmek için, sağınızdaki melekten yardım almanıza, gerek yok. Sola bakın!

Şeytanın ayrıntıda olduğunu savlayan bu deyiş, aslına bakılırsa, “Tanrı ayrıntıda!” olmalıdır. Zira, Gregory Titelman’ın “The Dictionary of Popular Proverbs and Sayings” adlı bir zenginlik abidesi olan yapıtını karıştırınca, karşılaştım ki, sonradan şeytana yüklenmiş ayrıntıların arasına gizlenme işi, yine yazara göre, daha şeytanlık alıp başını gitmediği eski zamanlarda Tanrı’ya aitmiş.

Titelman, bu deyişi Latin edebiyatından kaynaklanan bir köke bağlar. Tanrı’ya ait olan bu deyişe, şeytan sonradan azâmet satarak, bir kurumla gelip oturmuştur. Demek oluyor ki, Cennet’ten kovulan şeytan efendi, kendine bir Mephisto ruhu satın alana kadar, ayrıntılarda gizlenmek için, Tanrı’nın elinde bulunan bir ayrıntıya da el atmıştır. Deyişler Sözlüğüne göre, bu söyleniş Alman halk kültüründe kendine yer bulmuş, orda bir atasözü gibi kullanılır olmuştur. Sözlük, şeytanî deyişin Batı edebiyatıyla sonradan dünyaya yayıldığını ekler.
Bana kalırsa, şeytanın ayrıntıya gizlendiğini, öyle kitaplara bakarak aramaya gerek yok. Gizliden gizliye ağını örmek isteyen, 250 milyon yıl yaşındaki örümcek soyu gibi, bir yerlerde karanlığa saklanıyor, ele geçmemek için binbir kılığa giriyor. Elde, uzun bahçe süpürgesiyle, siz odaların havadar köşelerini örümcek ağının tozundan ayıklarken, o sedir altında, sandık köşelerinde yuvalanıyor, paspas altına süzülüyor, büzülüp küçülüyor. “Canım, ne var, şuncacık örümcek” demenizi istiyor; ama ardında “tarantula” gölgesi gizliyor. Amacım, paranoya yaratmak değil, hatta sizinle eğlenceli bir çift lâkırdı etmek olduğundan, durumu açıklamak külfetiyle, örneğimi cebimde hazır tutuyorum. Çıkarıyorum işte; Buyrun!

Sanıyorum, Cumhuriyet’in hiç bir döneminde, “imam nikâhı” adı verilen dinsel işlem, bugün olduğunca “alelâde, aşikâr ve aliyüllâla” yapılır olmamıştır. Eskiden, benim çocukluğumda, bir hanımın bir beyle “imam nikâhında oturuyor olması”, çok büyük ayıptan sayılırdı. O yüzden, çevremde imam nikâhlıdır, diye sözü edilen kimselere rastgelinmezdi. Nikâh Dairesi’nden eve dönülünce, damat kıpır kıpır sabırsız, gelin hanım gelincik çiceği pembesinden nar kırmızısı renklere batıp çıkıyorken, yaşlıların gönlü olsun diye, hani usülden, mahalle camisinin hocası eve çağrılır, bir baştan savılacak iş gibi bu vazife tamamlanırdı. Gözlemlediğimce, mahalle imamları da bu işe pek önem vermez, öyle bir iki baş sallamasıyla, mırıl mırıl dualar okuyup, bir “mehir” tayin ederlerdi.

“Mehir” denilen şey, 2 koyundan az olmayan bir bedeldi. Cinsel ilişkisine imam onayı arayan koca sonradan cayar, vazgeçerse bu bedeli ödeyecekti. Yaşasın İslâm hukuku; kadını düşünüyor, canım! Yalnız, hep merak ede gelmişimdir, bu koyun fiyatlarını neye göre saptayacaklardı? Davutpaşa çayırında, kurbanlık koç ağırlığına mı endeksleyeceklerdi, yoksa Belediye rüsûmunu mu dikkate alacaklardı? Birincisi daha ilkeldir, Taliban usülü; ikincisinde “Belediye” adı geçmekte, bu yönde Cumhuriyet çağrışımları bulundurmaktadır.
İmam nikâhlı evlilik hayatı, iki nedene bağlanırdı. Birincisine örnek, köyden yeni gelme, “Hayat Apartumanı”nın kapıcılığına kendini atmış Hüsam efendinin, son çocuğuna Yeter ya da Yaşar adını koyduğu evliliği, böylesi cinsten olurdu. Bu durumda, Apartmanın 3.katı, 11 numarada yaşayan, Hukuk fakültesi talebelerinden Necla, kapıcının hanımı Güllü’ye gizli gizli fısırdar, “Ayol! Deli misin, divane misin, kız” derdi, “Medeni nikâh denilen şey var, öyle imam nikâhlı oturulur mu?” diye akıl satardı.

Güllü, “He yaa!” diye yanıt verir, yaşmağıyla dudaklarının ucunda biriken tükürük benzeri ıslaklığı bir siler, sonra da “Ben de deyom herife, emme heç oralı olemeyo” gibisinden bir baştan savıcı yanıt verir, ardından elindeki faraşı haylaz ve sümüklü oğluna fırlatır, o sırada taşlığın sabun köpüklü sularında yıkanan öteki çocuğunun kulağını “Amanin, vışşşş” diye büktürü verirdi. Necla, umutsuz bir durumda, okuluna yollanır, orda profesörlerinden, Gazi Paşa’yla İsmet Paşa’mızın Cumhuriyet toplumuna armağanları olan “Medeni Kanunu” okumaya giderdi. Necla’nın o zamanlar, Mahmut Makal’ın “Bizim Köyü”nü ve Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcünü” okuduğunu da bilirdik. Sonra, Necla’ya ne oldu, bilmiyorum; belki, Güllü’nün aksine, o mutsuz olmuştur.

İkinci sınıflamaya giren imam nikâhlılar için, eski zamanların “hükümet nikâhlı ev hanımlarına” kulak vermelidir. Onlara kalırsa, falancanın imam nikâhıyla oturan karısı, düpedüz metrestir. Metreslik biraz üst tabakadan olmakla ilgili bir toplumsal anlam kazandığından, gelir seviyesi azaldıkça bunun adı “kapatma”, “odalık”, “dost” olurdu. En sonundaysa, “mahallenin aşiftesi” adını alırdı. Şimdi “hanım” adını alıyor.

Ben delikanlılığıma adım atarken, bu türden hanımlar Moda’da pek fazla olduğundan, annem babam dikkat kesilirlerdi. Bu türden hanımlardan bir Ayten hanım vardı ki, babamın muhalefetine karşın, anneme arada bir sabah kahvesine gelip, imam nikâhlı beyini çekiştirmesini kapı ardında dinler, zevkten kıvranırdım. Ayten hanım arada bir imam nikâhı yüzünden çocuk doğurmaktan kaçındığını söylerken, gözlerimi kapar, vazifemi yapardım. “Valla billa” diyordu Ayten abla, “ayol, üstüme erkek ceketi örtsen hamile kalırım!” O öyle dedikçe, ben de gidip kendi ortaokul ceketimin böylesi bir beceriye sahip olup olmadığına bir göz atıyordum. Benimkisi o zamanlar pek bir sünepe ceketti… Ceketin tebeşir tozuna bulanmış yakalarının yanında, “Kemal Atatürk Ortaokulu” arması vardı. Atatürk, Dumlupınar’da kayalıklara tırmanıyordu…

Aslında metres, dost ya da kapatma olarak pek kötü gözle görülen bu hanımlar, zorda kaldıkça, “Beğenmediniz mi?” diye diklenirler, “Dinimizde, kadın kısmı nikâh altında olmalı” derlerdi. İmam nikâhı bu yolla bir onay beklerdi.

Onay gecikmekte kalmadı; İmam Hatip Liselerini, ardından Kuran Kurslarını aça aça onayı hak ettiler. Bravosimmo!

Tekrar ediyorum; dikkat gerekiyor: Cumhuriyet’in hiç bir döneminde, şimdi olduğunca, imam nikâhı yaygınlık görmemiştir. Adetâ, bir sıtma salgını gibi hızla yayılmaktadır. Gün geçmiyor ki, ülkemden bu yollu haberler gelmesin. Üniversiteli kızlarımıza bakirelik testi yapılmasın diye, cemaatlarda imam nikâhları kıyılıyor, geçici evlilikler icat ediliyor.

Geçenlerde, çok iyi tanıdığım bir yakınımın, şaşkınlık verecek biçimde “imam nikâhıyla” ikinci evliliğine kalkıştığını duyunca, artık “havlu atmanın zamanı geldi”, PES dedim. Evleneceği bayan, güya babasından kalma emekli maaşı kesilir diye, bu gerekçeye sığınarak imam nikâhı istemişti. Demek ki, evlilik bağının Medeni Hukuk’tan kaynaklanan gücüne inanmıyordu. Bana kalırsa, bu bayan, T.C yasalarının aile hukuku ile ilgili ilke ve kurallarına değil, bir başka şeye bağlılık duymaktaydı. Acaba neye? Aldı mı, beni bir tasa; neydi bunun adı….

Öte yandan,  merakımı gideremeyip sormak gereği duyunca öğrendim ki, imam nikâhı isteyen hanım akşamları iki tek rakı atmadan sofradan kalkmıyor, yazları Bodrum Halikarnas Disko’da pek güzel kıvırtıyordu. “Bu ne perhiz, bu ne turşu”, demeyiniz! Başörtülü hanım kızların, göbeği açık tişört giyip Boğaz turundaki tekne güvertesinde, “yandan yandan” yaptıklarına, daha geçen yaz bir sünnet düğününde tanık olmadım mı?
Bu işin evvel eskisini, Şevket Rado ve ser-muharrir Burhan Felek gibi, -di’li geçmiş zaman kipi kullanarak, aktardım; ama artık, bana öyle geliyor ki, “şimdiki zaman” kullanmak zorundayız. Hatta, gelecek zaman fiillerine de başlasanız, iyi olacak! Çünkü, onların istediği oldu, oluyor. Toplumu, mühendisler gibi, onlar ve bizler diye ayırmaya karşı çıkanlardanım; bu anlamda Sir Karl Popper’in “Açık Toplum” düşüncelerine de tamamen katılıyorum. Ama, biz  “Açık Toplum” dedikçe, böyle olması, kesinlikle “Onların” işine yarıyor. Aman da sevsinler, ne kadar demokrat ve modernite yanlısıdırlar, bir görseniz acırsınız, kendisini ezilmiş sanan “halklar” gibi göstermekte üstlerine yoktur.

Örümceğe dikkat!

Alın bir örnek daha: Bundan 10 yıl kadar önce, çok yakın bir akrabamın dünürü olarak kız istemeye gittik. Gidesim yoktu ama, görev başa düşünce kaçamadım. Ben, sanıyordum ki, lokumlar ikram edilecek, karşılıklı baklava börek atıştırıp zaman geçireceğiz. Kızını, “Peygamberin kavli” ile istemek ısrarında bulunduğumuz kayınpeder, kapı arkasında, meğer hoca efendiyi hazır tutuyormuş. “Kızı verdim, gitti!” dedi; bir sevindim, bir sevindim: Gün yüzü görmemiş yeğenimiz, yakında murada erecek diye… Bizim delikanlı, şu sıralarda ABD’de tedavi altında olduğundan memlekete dönemeyen bir hoca efendinin yandaşıydı. Olur a! Ben de, Miguel de Unamuno ve Jose Gasset y Ortega yandaşıyım. Bir de, karımın sözünden hiç dışarı çıkmam…

Delikanlımızın ağzı, fiyong makarna olmuş durumdaydı ve kulaklarının ardına kadar açılmıştı. Biz, “Eh, aldık verdik, biz sizi yendik!” gibilerinden bir sululuk içinde ayaklanırken, biraz “çehre züğürdü olan” kayınpeder efendi, çıkışır bir Laz tavrıyla, “Nereye gidiyorsunuz?, dedi, “Daha imam nikâhı kıymadık!”

Şaşırmıştım. Kayınpederin, damat olacak bizim delikanlıyı bir ân evvel yatakta sınamak türünden bir acelesi vardı, galiba… Yanımda, hacılık rütbesinde Çerkes annem var, usulca kulağına fısıldadım. “Ben nerden bileyim” diye yanıtladı annem, “Bunlarda adet böyle galiba… Böylesini ne duydum, ne gördüm!”

“Eteğinde namaz kılınır temiz pak” kadınlardan olan annem, İsmet Paşa vefat ettiğinde, göz yaşıyla üç gün boğazından yemek geçmeyen hanımlardandı; Cumhuriyet’in kadınıydı. Ümraniye sırtlarındaki, dünür gidilen evde, ana oğul beraber şaşıra kalmıştık.

İmam efendi, adının anılmasıyla, çoktan beri orda bekliyor olma sıkıntısı ve telaşını üstünden atıp seyirterek çıkageldi. Okundu, üflendi ve kayınpederine göre, “Bundan böyle evine gelip gidecek bulunan” damadın helâlliği dînen tescil edildi. Aman ne güzel!
“İmam nikâhı” kıyıldıktan sonra, biz kooperatif evinin kapısına dizilmiş ayakkabılarımıza doğru kovalanırken, yüzümü basan şeytanlara güvenip dedim ki, “Eh, artık nikâh kıyıldığına göre, hazır eve gidiyorken, kızın bohçasını, çeyizini verin, hep beraber gidelim. Bir daha gel git olmasın. Med cezir mi bu?”

“Olmaaaaz” dedi, yasaklı bir siyasi lider sesiyle kayınpeder… “Hökümat nikâhı olana kadar el sürmek yassak…”

Bense, yüzsüzlüğü ele almış, kızı bir ân evvel bizim çocuğun kucağına vermek için telaş ediyordum. İyisinden kızmış, sinirlenmiştim oldu bittiye, emr-i vâkiye… İş o peleseye gelince, Ankara’daki hükümetin yasalarına güvenenler, bir yandan imam nikâhının toplumsal gölgesinde örümcek ağı örüyorlardı. Annem, “Haynape yahu!” dedi, çok ayıp olduğunu bana hatırlattı da, ordan çıkıp gittik. Bir daha oraya ayak basmadım; Şeytan yüzünü görsün!

Bana kalırsa, o gece, aslan gibi oğlumuzun dudaklarındaki fiyong makarna sonradan pestil ezmesine dönmeden evvel, külhan ateşiyle kızı, nikâhlı karısı olarak eve götürmeliydi. Sonrası ona kalmış! İmam nikâhı bunun için değilse, niye kıyılıyordu ki?
Buradan geleceğim yer şurasıdır:

İmam nikâhıyla kıyılan evliliklerin, o eskiden olan geleneksel, biraz odanın bir köşesinden Süleyman Çelebi mevlût sesi duyulan, biraz gülsuyu, hacı kokusu, lâvanta sabunu, tespih şıkırtısı ve azıcık Ulu Cami kokan havası artık yok!

Onun yerine, gizliden gizliye tertiplenen bir toplumsal baskı görülüyor.

Umberto Eco, haklı çıkmasın istiyorum:
“Dünya yeni bir ortaçağa yuvarlanıyor” demişti de…

Bu arada, içimden bir ses, Sinem’e seslenip, “Hanım! Çabuk şu saplı süpürgeyi yetiştir” diyor…

1591810cookie-checkABD’DEN… ‘İmam nikâhsız gerdek mi; asla!’

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.