Bal ve kan

Balkan yarımadasında çok çeşitli milletler yaşadığı için, tarih boyunca milliyetçi ayaklanmaların en fazla görüldüğü yerlerden biri olmuş bu topraklar. Osmanlı tarihine baktığımızda Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarınının hep bu nedenlerden çıktığını görürüz. Osmanlının Birinci Balkan Savaşında aldığı yenilgi sonucu Balkanlardan çekilmesi sorunu gidermemiş, bölgede bu kez siyasi bakımdan büyük bir boşluk ve dengesizlik meydana gelmiştir. Osmanlının boşalttığı toprakları paylaşmak isteyen Balkan devletleri bu kez birbirleriyle savaşmaya başlamıştır.


Yani bu yarımada, adının da çağrıştırdığı gibi hep “kan” içinde kalmış bir bölge. Adının “bal” kısmı ise bölgenin doğasının güzelliğinden geliyor. Kutsal kitaplarda tanımlanan cennet benzetmelerini anımsatan doğasıyla “bal” adını almayı fazlasıyla hak ediyor.


Tarih boyunca bal ve kan, gülle diken gibi, birbirinden ayrılmamış; ne yazık ki ayrılmayacağa da benziyor.


***


Son yıllarda Balkanlarda yaşanan savaşlar tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir kez gösterdi. Bu savaşlardan en acısı ve akılda kalanı kuşkusuz ki Bosna’da yaşanan savaştı. Her savaş bir katliamdır ama, bu daha öte bir şeydi; adeta bir soykırımdı.


Savaş, 1992 yılında Yugoslav Halk Ordusu (YNA) “tatbikat yapacağız” diye Saraybosna’yı çeviren dağları kuşatmasıyla başladı. Saraybosna’daki 16 askeri kışla dağlara tatbikat yapmak için çıktı. Dağlarda konuşlandırılmış  top ve zırhlı araçların namluları Saraybosna’ya çevrildi. Bosna halkı tedirgindi ama, askeri yetkililer “Ordu çalışmalarını tatbikatla tamamlamak zorundadır. Her yıl yapılır bu. Saraybosna’yı düşmandan korumak için bunu yapmak zorundayız” diyordu. “Hangi düşmandan” diye soruyordu Saraybosna halkı? “Savaş Hırvatistan’da sürüyor ama biz yine de hazırlıklı olmalıyız” diye cevaplıyordu bu ve benzeri soruları askeri yetkililer. “Peki neden namlular havaya değil de şehre çevrili” diye sorulunca da “Havaya kaldırmak hiç zor değil” diyorlardı.


Bosnalılar şaşkındı. Her yıl yapıldığı iddia edilen bu tatbikata hiç tanık olmamışlardı. Çünkü Saraybosna hiçbir zaman Sırbistan’dan gelen birliklerin tatbikat alanı olmamıştı. Tedirgindiler, çünkü aynı ordu Vukovar’ı yerle bir ediyordu. Sırplar, Hırvatların yaşadığı Vukovar’a her gün binlerce füze atmaktan çekinmiyordu.


Saraybosna halkı korkuyordu ve korkularında haklıydı. Çünkü şehre çevrili o namlular hiçbir zaman havaya kalkmadı. O namlulardan Saraybosna’ya 1992 yılının sonuna kadar 800.000 den fazla mermi atıldı. O atılan mermi ve top gülleleri 8 binden fazla Saraybosnalının ölümüne, 41 binden fazlasının yaralanmasına neden oldu. Bu rakamlar 1993, 1994 ve 1995 yılında artarak devam etti.


***


Savaşın üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen, Saraybosna’ya adım attığınız anda içinizin bir garip olmasını engelleyemiyorsunuz. Yol kenarlarında sıkça karşımıza çıkan mayın uyarısı tabelalarından mı, evlerin cephelerindeki kurşun izlerinden mi, yoksa insanların yüzlerinde ki hüzünden mi; nedendir bilemiyorum, burada savaş kendini hissettiriyor. Saraybosna’nın konumunu görünce savaşı sadece  hissetmiyor, yaşıyorsunuz zaten. Dağlarla çevrilmiş bu şehrin nasıl kuşatılacağını anlamamak imkansız gibi bir şey. Savaş Tüneli’ni gezdikten sonra, kuşatma altındaki Saraybosnalılar’ın neler çektiklerini, olumsuz koşullara nasıl direndiklerini gözlerinizle görüyorsunuz.


Saraybosna’nın ve Boşnakların talihini değiştiren bu tünel insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Tüneli görünce çaresizlik diye bir şeyin olmadığını anlıyorsunuz. Ya da çaresizliğin insana nasıl yeni çözümler sunduğunu.


Kuşatma günlerinde Saraybosna’dan dışarıyla bağlantı kurabilecek tek yer havaalanıydı ve orası da Birleşmiş Milletler askerlerinin elindeydi. Bosnalılar şehirde tutsak kalmışlardı. Şehri çevreleyen dağlarda mevzilenmiş keskin nişancılara karşı silahsız ve çaresizdiler. Üstelik bu keskin nişancılar sadece dağlarda değildi. Yüzyıllardır beraber yaşadıkları Sırp komşuları da evlerinin pencerelerinden dürbünlü tüfeklerle Boşnaklara ateş açıyordu. Sokaklar gibi  evler de güvenli değildi.


Saraybosna’da tutsak kalan Boşnaklar şehrin dışına çıkmak için tek yol olan havaalanını gece koşarak geçmeye çalışmış. BM askerileri havaalanının bütün ışıkları yakınca, dağlardaki keskin nişancılar tarafından avlanmışlar. 800 kişi havaalanını koşarak geçmeye çalışırken vurulmuş.


Savaş Tüneli işte bu koşullarda kazılmış. 1470 gün boyunca kuşatma altında kalan Saraybosna’yı hayata bağlayan bu tünel olmuş.


Saraybosna’da en çok tünelden ve tüneli savaşta da, savaş sonrasında da bekleyen Aşida teyzeden etkilendim. Aşida teyze savaş boyunca, evini barkını bırakıp keçi otlatmış tünelin civarında. Tüneli ve tünelden gelecek Bosnalıları beklemiş. Onlara su ve süt ikram etmiş.


Aşida teyzeyi sarılıp öptüğümde, Anadolu kadının sıcaklığını hissettim. Anadolu’nun Nene Hatunlarından biriydi Aşida teyze. Belki o da, Boşnakların tarihine Aşida nine olarak geçecektir, kim bilir.


Tünelin başlangıç noktası Aşida teyzenin evinin avlusu. Savaş sırasında Aliya İzzetbegoviç’in de kaldığı bu ev, şimdi müze olarak kullanılıyor.


Yapımı 4 ay 4 gün süren ve 800 metre uzunluğunda olan bu tünel, Aşida teyzenin evinin bulunduğu Ilıcak mahallesinden başlayarak, Bosna-Hersek Uluslararası Havaalanı’nın altından geçiyor ve şehir merkezine ulaşıyor. Türkiye’den ve Müslüman dünyasından gelen yardımlar Boşnaklara bu tünel ile ulaşmış. Yardımlarla ayağa kalkan Boşnakların, savaşı kendi lehlerine çevirmeye başladığı dönemde Birleşmiş Milletler ve ABD araya girerek “bu topraklar hepinize yeter” deyip savaşı bitirmiş.


***


Boşnaklar, savaşın izlerini üzerinden atabilmiş değil. Açlık ve kıtlık günlerini unutmamışlar. Bir yumurtanın 20 lira, bir kilo şekerin 100 liraya satıldığı günleri unutmaları çok da kolay olmayacak. Hele Birleşmiş Milletlerden yardım adı altında gelen koca koca paketleri unutmaya hiç niyetleri yok. O paketlerin içinden çıkan bebek mamaları ve ilaçlardan sakladıkları numuneleri savaş sonrasında incelettiklerinde, ilaçların son kullanma tarihlerinin çoktan geçtiğini, bebek mamalarının da köpek maması olduğunu öğrenmişler.


Bosnalılar Avrupa’ya küskün ama, Türkiye’yi seviyor. Hele Turgut Özal’ı her fırsatta rahmetle anıyorlar. Savaş sırasında Hırvatistan’la anlaşıp Bosna’ya her türlü yardımı gönderdiği ve savaşın bitmesi için NATO toplantısında masaya yumruğunu vurduğu için onu unutamıyorlar. Hatta altı ay içinde savaşı bitirmezlerse Türkiye’nin savaşa dahil olacağını söyleyen Turgut Özal’ın bu sürenin bitimine iki ay kala öldürüldüğünü bile düşünüyorlar.


Turgut Özal’ı seviyorlar ama, ondan sonra gelen Süleyman Demirel için aynı duyguları beslemiyorlar. Turgut Özal’ın Türk ailelerinin yanına yerleştireceği  Bosnalı çocukları Süleyman Demirel döneminde Türkiye’nin kabul etmediğini unutmamışlar. Değişik Avrupa ülkelerine dağılan o çocukların, büyük bir çoğunluğun izini bulamamışlar. Sonradan öğrendiklerine göre büyük bir kısmı organ mafyasının eline düşmüş. 16 tanesinin de rahibe olarak yetiştirildiğini biliyorlar.


***


Bosna – Hersek’de artık savaş yok. Ülkede yine üç etnik grup bir arada yaşıyor. Müslüman Boşnaklar, Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Bosnalı deyince Müslüman Boşnaklar, Hersekli deyince  de Hıristiyan Hırvatlar anlaşılıyor.


Ülke yönetimi ise daha karışık. Ülkede iki devlet var. Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti. Her iki yönetimin siyasi ve ekonomik yapılanması birbirinden farklılık gösteriyor.


Aslen Slav kökenli olmalarına karşın dini farklılıklar yüzünden çıkan savaştan sonra Bosna – Hersek halkı hayatlarını ve toplumunu yeniden kurmak, eski haline getirmek, belki eskisinden daha iyileştirmek için mücadele etmek zorunda. Bu çok zor görünüyor. Ama başka seçenekleri de yok. Aksi halde barış o topraklara hiç uğramayacak.



 

669060cookie-checkBal ve kan

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.