Buz gibi bir hikâye…

Şu İngilizler olmasaydı, galiba dünyadan bîhaber olacaktık!
Onlar dünyayı hallaç pamuğu gibi atmış, altını üstüne getirmiştir.
Gerçi Amerika’yı ilk bulan, ama bulduğunun farkına varamayan Portekizli Amerigo Vespucci’nin üzerine kaymaklı kadayıf gibi konmuş İspanyol Cristopher Columbus’un adını, hatta Lizbonlu Macellan’ı, daha bir sürü İspanyol, İtalyan, Portekizli, hasılı Akdenizli gözüpek denizcileri burada anmak lazım gelir, ama İngilizlerin yeri sosyete kamarasındadır.
Onlar daima lüks güverte yolcusu olmuştur.
Bu fıkranın yazarı, kökeni itibariyle Çerkes ve Osmanlı’dan gelmekle bir İstanbul Türkü olarak, ne yazık ki, Turgut Reis, Barbaros, Uluç Reis, Piyâle Paşa ve Pirî Reis gibi isimler dışında çok fazla denizci söyleyemediğinden biraz utanır, sıkılır; ama yazısını da bitirir.
Dostlar, İngilizlerin 1845’de, “Haydi bir Kuzey’e gidelim, oradan Pasifik Okyanusu’na geçit var mı, hele bir bakalım!” diye yola çıktığı zamanlara benimle gelir misiniz?
Çok kolay, yazının gerisini okuyun, ben şıpın işi sizi Londra’daki Taymes Nehri Halici’nden alır, üç cümlede Kuzey Buz Denizi’ne çıkarır, oradan Pasifik’e selametlerim; Allahın izniyle…
Ancak, 1845 yılında Kral ve Kraliçe’nin elini öpüp yola çıkan Kaptan Sir John Franklin ve emrindeki 134 adamıyla, iki geminin âkıbeti bu kadar kolay tecelli etmemiştir.
İngiliz Coğrafya Cemiyeti’nin, ( O sıralarda Osmanlı’da bir Coğrafya Cemiyeti var mıydı, bunu dostumuz, refikimiz Hasan Aksakal’a sormalı; o bilir!), “İngiltere’den güneye inip, Macellan Boğazı’ndan geçip Pasifik’e çıkmak zaman alıyor, yerine Kuzey’den geçelim yüzde 75 tasarruf yaparız,” diye karar vermesiyle Sir Franklin yola çıkar; keşşâf olarak…
Keşşâf mı?!?
Ne o, lügâta, sözlüğe sarıldınız; basit! Kelimedeki seslileri takip ediniz: Keşif yapan demektir…
Sir Franklin, “Terror” ve “Erebus” adlı iki dev gibi gemiyle, hem de tam donanımlı, içinde marangozhânesinden küçük bir hastaneye kadar her şeyi olan iki gemiyle yola çıkar. Kırk pâre top atışıyla uğurlanır. Sir Franklin, kuzeye çıkacak, şimdiki Kanada’nın üstünden bir yol bulup sonra güneye, anlayacağınız gibi Okyanus’a inecektir. Yolculuğun zorluğu ve 6.hisleriyle kavranmış olacaklardan korkan beş gemici, Terror ve Erebus daha yarı yoldayken, şimdiki Danimarka’ya ait Greenland limanlarından birinde firar eder. Aman, iyi ki ederler; zira, yolculuk ve keşfin bundan sonrası bir facia ile sonlanır.
Gemiler bir süre sonra Kuzey Geçidi denilen “76 derece 29 saniye Kuzey ve 78 derece 30 saniye Batı istikametindeki” coğrafik alandan geçmek üzereyken buz dağlarıyla sıkışır ve orada kalır. Yıl 1845’dir.
O vakitler GPS yok, internet yok, cep telefonu yok, telefon hiç bilinmiyor, henüz İtalyan Marconi telsizi de bulmamış ve Samul Morse’un telgrafın telleri üzerinden yaptığı Mors yayını da sadece Amerika’da denenmektedir…
Güvercin gönderseler soğuktan kanatları donacak, kaskatı buza düşecektir. Zaten güvercin de yoktur. Gemiler, orada, buz sıkışması içinde iki yıl bekler. Gemicilerin karınlarını doyuracak kadar yemek, sanki bu facia gözönüne alınmış gibi, evvelden depolanmış bulunan konservelerle idare edilir. Ancak, yavaş yavaş ölümler başlar, moraller bozulur, kimse gemileri terk edip yola çıkmayı, yürüyerek “buz-çölünü” geçmeyi göze alamaz. Bu bekleyiş, kahramanlık ruhuna sahip bir Odysseus olan Sir Franklin’den de kaynaklanır. Sir, gemisini asla terk etmez; anca beraber, kanca beraber diye…
Çok sonraları, bir büyük tesadüfle buz üzerinde bulunmuş tek kanıt olan gemi defterine bakılırsa, 1847 yılında, Sir Franklin doğal nedenle ölür; kalp krizi, beyin kanaması gibi bir şeyle…
Sir Franklin’i buz denizi dibine gemici usûlü gönderip, gömerler. Denizciye zaten bu yakışır! Ardından Terror ve Erebus gemilerinde panik, ayaklanma ve isyan başlar. Kimilerine göre açlık sınırında olan gemiciler, aralarından zayıf olanları yamyamlık yapıp yer. Bir kısmı buna dayanamayıp gemiden kaçar ve buz üzerinde pusula tutarak Kanada içine girmeye çalışır. Onlardan bir daha hiç haber alınamaz.
Gemiler, bilim adamlarının sonradan yaptığı simülasyon çalışmalarından anlaşıldığı kadarıyla, buzlar arasında fındık kabuğu gibi çatır çutur kırılır, denizin dibini boylar.
Oralarda deniz derinliğinin 1600 metrelerde olduğu şimdi kolayca saptanır, ama o vakit iskandil sallayıp ölçmesi ne mümkündür!
Gemilerden geriye eser kalmaz; bugün tek bir kanıta, nasılsa buz üzerinde bulunan geminin kaptan defteri hariç, rast gelinemez… Gemiden kaçan tayfaların ise Kuzey Artik Bölgesi yerli halkı olan Inuits’ler tarafından yakalanıp yenildiği söylenmektedir.
Şaşırmayınız, “cannibalism” denilen yamyamlık sadece Afrika halklarında değil, belki hepimizin köklerinde olduğu gibi, Artik Bölge yerlilerinde de bulunur. Eksi 50 dereceye dayanıklı Eskimo dediğimiz Inuits halkı İngiliz’in balık etini sevmiş olmalı ki gemilerden uzaklaşan tayfaların tamamını mideye indirip üstüne geviş getirmiştir.
1859 yılında İngiliz Kraliçesi Viktoria bir sabah, kahvaltısını ettikten sonra, Kuzey Denizi’ne gönderdiği gemicileri birden hatırlar; onlardan bir mektup dahi gelmemiştir.
“Yahu, ne oldu bu çocuklara ve de Sir Franklin’e!” diye artlarından gemi gönderir. 12 yıl süren araştırmaların sonu boşa çıkar… Tek bir iz bulamazlar…
165 yıldan beri Sir Franklin ve gemileri için araştırma yapmaktan bıkan İngilizler, sonunda “Bu olay sizin karasularınızda oldu, size devrediyoruz,” diye işin içinden sıyrılıp arama tarama faaliyetini Kanada’ya bırakır.
Kanada dediğiniz eski İngiliz toprağıdır; bugün hâlen İngiliz Kraliçesi sembolik olarak ülkenin tek lideridir.
Kanada ahde vefâ gösterir, tarihine bağlılık ve insanlık gereği, yüz yıldan beri düzenli olarak Sir Franklin’i arar. Gemilere bakınır, iz takip eder, uzaydan uyduyla radar sinyalleri ve işaretleri gönderilir, her türden bilimsel yöntem kullanılır, arada meraklısı olan amatör araştırmacılar bölgeye gider, Eskimo-Inuits’lerin bugün yaşayan halkına sorarlar; ı-ıh, bulamazlar…
Battı balık yan gider, diye sonunda vaz geçilecektir.
Bu yazı da işte bu olan bitene dayanarak, Kanada Hükümeti’nin resmen “Artık bundan böyle Kuzey Denizi sularında Sir Franklin’in gemilerini ve tayfalarını aramayacağız, bu iş bitmiştir, yeter ulen, dünyanın enayisi biz miyiz, resmî olarak dosyayı kapatıyoruz!” demesi üzerine yazılmıştır.
Eee, ne olmuştur: Hiç bir şey!
Ben bir hikâye anlatıcısı, bir gazete yazarıyım, benden daha fazlasını ve farklısını beklemeyin lütfen…
Benim yazıp yazacağım bu kadardır…

1592330cookie-checkBuz gibi bir hikâye…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.