Değeri kaç euro?

Semra Hanım’ın kuzusuydu Ata. Annesinin paylaşmaya kıyamadığı, kimselere yakıştıramadığı, birlikte yaşlanmayı hayal ettiği oğluydu. Ana oğul birlikte “Gelinim Olur musun?” adlı yarışma programına katılarak aylarca yediden yetmişe herkesi ekranları başına kilitlemiş, Türkiye’nin bir anda en ünlü simaları oluvermişlerdi.


O evde neler yaşanmamıştı ki… Semra Hanım, yarışma sırasında oğlu Ata`nın gelin adaylarından Sinem`e aşık olmasını kabullenememiş, adeta evi Nazi kampına çevirmişti. Oğluna yaşadığının aşk olmadığını, sadece Sinem’in güzelliğinden etkilendiğini söylerken, “aşık olduğunda ben sana söylerim” diyerek 70 milyonu şok eden, çileden çıkaran sözlerinin belki de en çarpıcısını sarf etmişti.


Aşık olduğunu bile annesinden öğrenmesi gereken Ata, dün Adana’da bir otel odasında ölü bulundu. Ölüm nedeni olarak aşırı alkol alması gösteriliyor.


Bu ölümün ardından çok şeyler söylenebilir, söylenecektir de… Ama her şeyden önce bir anne evladını kaybetti. Ailesinin başı sağ olsun.


Ata için medya dünyasının yarattığı bir kişilik olduğu söylenecektir. Medyanın var ettiği ve yok ettiği bir kişilik. Medya sayesinde gelen şöhretin kurbanı oldu Ata. Kısacak yaşamı içinde, şöhret de, ölüm de çabuk yakaladı onu.


Kimileri Ata’nın şöhretin olduğu kadar annesinin kurbanı olduğunu da söyleyecektir. Semra Hanım’ı oğlunun kişiliğinin gelişmesine izin vermediği için suçlayacak; kendi kararlarını veremeyen, hiçbir isteğine saygı duyulmayan Ata’nın zayıf ve sorunlu kişiliği yüzünden annesiyle baş edemediğinin altı çizilecektir.


Kim ne derse desin, bu ölümün tek başına bir sorumlusu yok. Ne tek başına bu programlar, ne anne babası, ne de zayıf kişiliği bu ölümün sorumlusu.


Sonuçta Ata artık yaşamıyor ama bu yarışmalar yeniden başlıyor. Medya yine birilerini şöhret yapacak ve yeni kahramanlar yaratacak. Ne olduğunu anlayamadan yine birilerinin hayatı değişecek. Yine bu yaratılmış kahramanlar her kanalda boy gösterip ağlayacak, bardakları kafasında parçalayacak, sarhoş olup olay çıkaracak, birilerini tehdit edecek. Eğer bu programların dozu ayarlanmazsa, daha doğrusu bu programlara katılacak insanlar doğru seçilmezse tüm bunlar olacak.


Aslında bu programlarla ilgili daha önce de çok şeyler yazıldı. Artık herkes bu programların orijinallerinin Türkiye’ye özgü olmadığını biliyor. Örneğin bu programların ilki olan “Biri Bizi Gözetliyor”, “Big Brother” olarak ABD de yayınlanmış bir programdı. Benzerleri Latin Amerika ve Uzakdoğu ülkelerinde hatta Almanya’da bile ilgi çekmişti. Yine “Popstar” olarak izlediğimiz yarışmanın orijinali de ABD yayınlanan “American Idol” programıydı. Bu tür programlar sadece bizde değil, tüm dünyada ilgi çekiyor ve büyük kitleleri ekrana bağlıyor.


Aslında medyanın içinde olan biri olarak bu tür programların neden izlenme rekoru kırdığını az çok biliyorum ama, buna rağmen cevabını bulamadığım durumlarla da karşılaşmıyor değilim. Örneğin Türkiye’nin AB yolculuğunun en önemli dönemeçlerinden biri olarak kabul edilen 17 Aralık’ta haber programlarına kilitlenmemiz gerekirken, neden Semra Hanım’ı izlediğimizin cevabını veremiyorum?


Sanırım 17 Aralık gecesi insanlar daha gerçekçiydi, en azından o an için ciddi bir şey olmayacağının bilincindeydi. Bilge Türk halkı henüz kendisinin AB’ye girebilecek kadar değişmediğinin farkındaydı. Her ne kadar “hak ettim” dese bile hak etmediğini biliyordu. Neredeyse bütçenin yüzde yirmisinin el altından harcandığı, bölüşüldüğü, uçurulduğu, rüşvet ve kayırmanın en alasının yaşandığı, ekonomik numaralarla birkaç kişinin zengin edilip sosyal güvence ve sosyal devlet olgularının ders kitaplarında yer aldığı bir ülkeyi kim ne yapacaktı? Kopenhag kriterleri olsa bile, ekonomik kriterleri yerleştirmek için en az 10 yıllık bir sürece ihtiyaç olduğunun farkındaydı.


Tekrar Semra hanımlar yaratan bu programlara dönelim isterseniz.  Aslında bu programlar sayesinde Türkiye’de aile yapısını sorgulamaya başladık. Parçalanmış ailelerin çocuklarının sorunlarını gözlemledik. Ata örneğinde de bu durum vardı. Anne baba ayrılmış, baba Almanya’da uyuşturucu yüzünden hapse girmiş vs. Anne ve babanın evliliği bile geleneksel değerlerimizden uzak. Normal bir evlilik süreci geçirmemişler. Hamit Bey, Semra Hanım’ı kaçırmış ve bir süre dini nikahla yaşadıktan sonra resmi nikah kıymışlar. Tüm bunlar geleneksel ve muhafazakar aileye ters düşen davranışlar. İşte bu noktada “Geleneksel Türk aile yapısına ne oldu?” sorusunu sormak gerekiyor. Bu programlar sayesinde geleneksel Türk aile yapısının eskisi kadar güçlü olmadığını gördük.
 
“Ben muhafazakarım” diyenler bile bir bakıyorsunuz, herkesin neredeyse her yerini gördüğü bir hatunla evlenmek için elinden geleni yapıyor. Çünkü bu evliliğin ucunda para var. Sert ve mert erkek havası atanlar, ekranda ağlayıp kafasında bardak kırmaktan çekinmiyor. İlişkisini pazarlığa koyup yeni açtığı kuaförün reklamını yapmaktan utanmıyor. Yani her türlü ailevi ve manevi değerleri paraya çevirebiliyor. Ne yazık ki, “benim memurum işini bilir”le serbest kalan haya avcısı canavar, ülkede yenilebilecek son değerler olan ar ve namus kırıntılarının peşinde.
 
Tabii bu programlara katılanlar sıradan insanlar değil. Yapımcılar, yarışmacıları seçerken sorunlu, olay yaratmaya yatkın tipleri seçiyor kuşkusuz ki… Bütün bir gün sanatsal etkinliklerden, kitaplardan söz eden yarışmacıları kim seyreder ki… Evde hareket olmalı, sorun olmalı ki, izleyici ekran karşısından ayrılmasın.


Hadi programlara katılanlar seçilmiş insanlar, peki izleyicilere ne demeli? İzleyiciler açısından bir değerlendirmeye gidilip, izleyici profili çıkarılıyor mu?   Neden izleyici olay, kavga, tantana istiyor? Nasıl ki, programlara katılanlar Türkiye gerçeğinin ta kendisiyse, izleyiciler de o gerçeğin uzantısıdır.


Çünkü bu programları izleyenler birdenbire ortaya çıkmadı. Birkaç yıl öncesine kadar televole izliyordu bu kesim. Futbol kavgalarına prim veriyordu.


Yine de bir izleyici kesimi var ki, televolelerden de, gelin-kaynana kavgalarından da rahatsız olup, şikayetlerini Alo RTÜK hattına göndermekten vazgeçmiyor. RTÜK de zaman zaman cezalar ve yasaklamalar getiriyor.


Peki çözüm yasaklamakta mı? Değil elbette… Bir zamanlar TRT’nin sansürüne uğrayan ne kadar çok sanatçı vardı, bilmem hatırlıyor musunuz? Bugünün gençleri bu yasakları duyunca gözlerini dehşetle açıyor. Cem Karaca’yı, Orhan Gencebay’ı yasaklayan zihniyeti anlayamıyor. Yarın da bugün konacak yasakları anlayamayacaklar.


Yasaklamak çözüm olmadığına göre peki ne yapılabilir? “Kendi haline bırakalım, nasılsa seyretmekten bıkacaklardır” diyenler de olacaktır. Tıpkı bir zamanlar moda olan Brezilya dizilerini seyretmekten bıktığımız gibi. O dizilerinden nasıl bıktıysak bu programlardan da bıkacağız elbette ama, bugün o dizilerin yol açtığı tahribatları
kapatamıyorsak, yarın da bugün açılan yaraları kapatamayacağız.


Gerçek şu ki insanların içinde kışkırtılmaya hazır, çok kolay dejenere olabilecek duygular saklıdır. Siz bu duygulara dokunmadıkça ya da onları yasaklarla ya da kontrollerle uyur halde bırakıldıkça, onlar yokmuşlar gibi orada duracaktır. Uygun ortam yaratılmadıkça hiç kimse bu duyguların ve eğilimlerin farkında bile olmayacaktır.


Peki ne yapmalı insanların içinde uyur halde bulunan bu potansiyeli, daha doğrusu kötü potansiyeli o şekilde uyur halde mi bırakmalı yoksa nasılsa bir şekilde suyun yolunu bulacağı düşüncesiyle, dizginleri koy verip boşaltılmasını mı sağlamalı, yani cerahat her şeye rağmen akıtılmalı mı?


Virüs bir kez bünyeye yerleşmişse, hastalık belirtileri nasılsa kendini gösterecektir. Ağrılar, yanmalar, ateşler, bağırsak enfeksiyonları bunlar hissedilecek, yaşanacak, sonra tedavi edilerek iyileşecektir. Ama bir daha yaşanmaması için de aşılar yapılacak ve gerekli önlemler alınacaktır.


Şimdi biz virüsü almış ve o hastalık belirtilerini yaşar durumda bulunuyoruz. Ağrılarımız var, ateşimiz yüksek, kusuyoruz, bağırsaklarımız bozuk, hatta kayıplar veriyoruz ama hastalıkla da bir şekilde  mücadele etmek durumdayız. Eğer bunu yapmazsak işte o zaman bir salgın ve toplu ölümler  gerçekleşecektir.


Hastalığın teşhisi belli, toplumsal dejenerasyon ve yozlaşma ve biz buna çok açık bir toplumuz, bu görüldü. Bunu nereye kadar götürebileceğimiz, bu dejenerasyonun hangi noktasına kadar gelebileceğimiz henüz bilinmiyor.


Peki bunu görmek için beklemeli  miyiz, yoksa bunun sonu yok deyip bir şeyler mi yapmalıyız?..


Çünkü nereye kadar gidebilir diye beklemekle bitmiyor iş, hastalık, bozulma oranı yükseldikçe bünyede iyileşemez yaralar açılıyor ve belki de bir kuşağı tamamen feda etmenin gerekeceği geri dönülemez bir virüs, kanser gelişiyor bünyede…


Artık toplumun bünyesinde kansere dönüşmekte olan bu kirlenme belirtilerini yok etmek için somut bir mücadele zamanı gelmedi mi?.. Bunun için ne yapmak gerekir, bunu toplumdaki bütün kesimlerin tartışması ve elbirliği ile buna çözüm üretilmesi gerekiyor.


Bunu çocuklarımıza, yarınlarımıza borçluyuz. Yoksa “sizi reyting uğruna, iki kuruşluk kazançlar uğruna feda etmek zorunda kaldık, kusura bakmayın” mı diyeceğiz onlara…


Popüler kültürle beslenen bu hastalığa “dur” diyemezsek Ata gibi daha pek çok gencimiz bu geçiş döneminde harcanacak maalesef. Popüler kültürün asıl dayanağı para olduğu için yakında her türlü ilişki, değer, inanç ya da törenin kaç para olduğu konuşulmaya başlanacak. Sahi değeri “kaç euro”?


______________


* BİRSEN ALTINER’İN DİĞER ÇALIŞMALARI İÇİN: www.birsenaltiner.com


 


 

668120cookie-checkDeğeri kaç euro?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.