Kuru soğan istemenin imkânsızlığı

Amerikalı komşudan kuru soğan istemenin imkânsızlığı üzerine

Bir zamandır üzerinde kafa patlattığım bir konu var! Mimarlarımıza sormadan edemeyecek görünüyorum.

Kentleşme konulu çalışan mimarlarımız kuru soğanı dikkate alıyorlar mı? Üstünde durulacak şey, kuru soğandır; Vefa Bozası binliği’nden (eskiden birim ölçüsü olurdu, hatırlarsınız, 1.000 cl. idi…) çoktan geçtik…

Kent ile kuru soğan arasında, bana kalırsa, ciddi bağlar bulunmaktadır. “Sovan, sovan…” diye at arabasıyla kapınız önünde çığıran kuru soğan satıcısının mahalle aralarında dolaşmasından söz etmiyorum. Onu siz çok özlersiniz, ABD’ye gelip kuru soğanı ha deyince bulamadığınızda…

Rahmetli Barış Manço, domates patlıcan satıcılarına şarkı sözlerinde boşuna yer vermemiştir. Bizim kültürümüzün bir parçasıdır, onlar… Elini uzatınca zerzavatı, sebzeyi, meyveyi kapıda, hazırda bulmak, İstanbul demektir..
Bu alışkanlık bizde, kent yaşamında öylesine yer etmiştir ki, sokak satıcımız vaktinde geçmesin telâşe kapılır, üzülür, adamcağıza bir şey mi oldu, diye meraka bile düşeriz.

İstanbul’da sokak arşınlayan gelip geçici esnafın yanı sıra, köşe başlarında yer etmiş daimi satıcılar da vardır, bilirsiniz.
Bazılarının üzerinde satış yaptığı kamyonetin lastikleri, seyyar manav kılıklı araç sezon boyu park ettiği yerde kıpırdamadığından, zamanla havasını kaçırırdı. Benim Moda’da, Rıza Paşa Sokağı köşesinde, bahar aylarından yaz ortasına kadar enginar satın aldığım Kastamonlu hacı amcanın Anadol marka kamyonetinin lastikleri, oraya geldiği Nisan başlarında pısss diye inmeye koyulur, artık enginar hasadı durumuna göre, ne zaman kaldırım kenarından yola çıkıp köyüne dönecekse, o tarihlerde kriko görürdü. Enginarlar da enginardı, hani…

Bu elini uzattığında, dilediğini sokaktan alıverme kolaylığı, eğer yolunuz Anglo-Sakson dünyasına düşmüşse, oralarda bulunamayacağından size külfet olacak, kendinizi eli kolu bağlı hissedeceksinizdir.

Ya Amerika’da, hele bir de ülkenin taşrasında iseniz, hâliniz haraptır; bilmiş olun!
Amerikan bireyci yaşamının sonucu olan kentleşme biçiminde kuru soğana gerek duyulmadığı anlaşılıyor. Kuru soğanı Wal-Mart’a gidip baştan alacaksınız; alışveriş listesinde en önde, olmalı, unutulmamalı… Yoksa hin-i hacet’te, gâvur elinde, kuru soğansız kalmak da var…

Ben bunu bilir, bunu söylerim: “Allah kimseyi bütün malzemeyi dolaptan çıkartmış, tezgâha koymuş, ayıklayıp temizlemiş, yıkamış soymuş, sonra kış türlüsünü hazırlayıp tam da ocağa sürerken Amerika’da soğansız bırakmasın..”

Kış türlüsü dediğin, soğansız olmaz ki… Sarmısakla yapılınca da oluyormuş; soğansızlıktan ikâme sanatıyla denedim, oldu! Çaresizlik ve mecburiyet başka şeydir…

Sarmısak dişlerini soğan iriliğinde doğrayın, azıcık zeytinyağıyla harmanlanmış mısırözünde pembeleşinceye kadar karıştırın… Ama bu, şimdilik ayrı bir hikâyenin mevzusudur.

Böyle bir durumda kalınsa, İstanbul’daki apartman komşularımdan hangisinin ziline dokunsam, bir baş kuru soğan elimde, az sonra tencerede demektir. ABD’li komşularımdan bu kolaylığı bulacağımı sanmaklığım, ne büyük hata imiş…
Bir zaman önce, mâkus talihimin işte o günü, kış türlüsünün türlü sebze ve zerzavatlı harc-ı âlemlerini hazırladığımda, aman efendim bir ihmâl ki sormayınız, kuru soğansızlık başa dert olmaz mı?

O zamandan beri, mimarlarımıza danışmaklığım şart olan bu ayrıntı aklıma takılı kaldı.

Kuru soğan, komşuluk demektir! Kuru soğansız bir kent, lütfen planlamayınız, kentlerimizi beraber yaşayıp paylaştığımız yerler olarak bırakınız. Kapısında dış dünyadan ayrılmış siteler, bana kalırsa, kent değildir. Komşuluğun hâli bir başkadır!
Amerikalı komşularımdan kuru soğan isteyemedikten sonra, neye yarardı komşuluk, bir arada olmaklık?

“Komşu, komşunun külüne muhtaç,” değil miydi, sanki? Demek, Amerikan insanı külüne seline bakmıyor, komşuluğu kuru soğan hukukuna dayandırmıyordu; o gün anladım, 10 yıldan sonra…

Haydi geçtim, “Komşuda pişer, bize de düşer!” umudunda kalmaktan… Aman onların olsun hazır konserveli, patlamış mısırlı, hamburgerli, kolalı yiyecekleri…

Gerçi, “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür!” ise de, bana onların yağlı, kızartmalı, ketçaplı, mayonezli, tek başına bir manga askeri doyurur irilikte obez mamaları iştah kapatıcı geliyor. Zaten tavuk da, sevmem…

Bana, o gün sadece kuru soğan lâzımdı! Hepsi bu!
Bir yanılmış olmak hevesi ve ümidiyle, evin pencerelerinde dolaştım; canı sıkılan tekir kediler gibi…

Evimiz, Indiana Eyaleti’nin West Lafayette kasabasında, yeni bir “community” içindeydi; komüniti’si batsın! Komün demek; şimdi başlatmayın beni eski ezberlerime; bir arada olmak, “yarin yanağından başka her şeyi paylaşmak,” değil miydi? Ben bir baş kuru soğan paylaşsam, o bile bana o gün yetecekti…

ABD’de 1960’ların başında kent merkezlerinden “suburb” alanlarına kaçan insanlar, orta sınıf Amerikan düşleriyle oyalanıp oralarda yalnızlığı seçmişlerdi. Onlarınki, bizim banliyö treniyle içinden geçtiğimiz güzel semtler bile değildir! Şimdilerde yapılan yanlışın ayrımına varıyorlarsa da, artık Amerikan yaşam biçimi buna uygun kurulduğundan, hatadan geri dönmek, “Down-town”lara gerisin geri yerleşmek kolay olmuyor; hatta hiç olamıyor.

Çimli bahçelerin ortasına dikilmiş ahşap tahta, sunta, alçıpan, plastik malzemeyle üretilmiş ve çoğu tek ya da iki katlı, üflesen yıkılacak tarz evlerin sahte Amerikan düşüyle oyalanan orta sınıf, lüzumunda komşusuna “Huu… komşu!” diye seslenemeden kuru soğansız yaşıyor… Yazık!

Biz, başımız sıkışsa komşuya kendimizi dar atmaz mıyız? Bizim, eskiden komşularımızdan bir Ayten ablamız vardı, hergün kendisini bize atardı… Anneme gelir, sıkıntısını saatlerce aktarır, içini dökerdi kadıncağız… Kocasından dertliydi zahir; aklımda öyle kalmış. Hoş bir hanımdı, laf aramızda… Annem de, “Anlat kızım!” derdi, “İnsan insanın zehirini alırmış, ferahlarsın…” Bana da, yan odaya seslenir, lavanta kolonyası isterdi; demek Ayten abla anlatırken arada fenalaşıyor, bayılacak gibi oluyordu. Ayten ablamız konuştukça açılan, böylece ferahlayan cinsten olmalı, bir kaç saati bizde geçirip ferahlamış olarak giderdi. Ben, onun kaldığı saatlerde çok mutlu olurdum. Hep gelsin, ferahlasın diye beklerdim. Ama, bu da ayrı bir mevzudur!

Amerikalı, komşusu yerine, acil durumda, 911 telefon hattını arayıp polise ulaşmaktan başka, çaresi olmayan insandır. Allah düşürmesin!

İşte o gün böyle, aslında her zaman bir ölüm sessizliğinde kalmış mahallemizin, “önüm arkam sobe!” çığlığında çocukların oynayıp saklanamadığı, “culdesak”- damla biçimli çıkmaz sokağında ben komşu evlerin kapılarından bir umut bekledim. Sokağın su damlası çeperinde genişleyen son halkasında, 7 ev, yan yana sıralıyız. Kapı baca kilitli, terk edilmiş duran evlerde gözüm… Sanırsınız ki, mahallede bir tek ben evdeyim, deyin ki mahallenin bekçisi… Hoş, ben hep evdeyim ya, başımı yazılarımdan, romanlarımdan alamadığımdan…

Bunlar sokağa çıkmazlar mı? Sokağa çıkılmıyorsa, niye kaldırım yapıyorlar, diye düşüncelerle belleğim doluyken, gözetlemeye aldığım kapılardan tek biri bile gıcırdamadı…

Gözü iyice karartmış, kararlı olarak, ilk kapıyı açacak olandan atılıp kuru soğan soracaktım. Saatlerce o pencereden bu pencereye evi fır dolayı döndüm, tek bir kapı açılmadı. Allah allah! Acaba, benden habersiz topluca tatile mi çıkmışlardı. Kuru soğan istemek ısrarım giderek takıntıya dönüşmeye başladı ki, bunun sonu hayırla bitmeyecek diye bir ara korkuya bile kapıldım. Karşımdaki sırada, yanımda, arka bahçede kıç kıça olduğumuz evlerden birinin kapısı hele bir açılmış olsun, bir soluk da ordayım… Üzerime o ân, öyle bir kabadayılık çöktü; anlatılır gibi değil… Kapıyı açan Amerikalı komşumun elimden çekeceği var, alimallah… Ona, yaşadığı toplumun sosyolojisi üzerine ve kentleşmek adına sıkı bir ders vermeden önce, kuru soğanı istemeliyim. Gelin görün ki, kapılar açılmıyordu, ben saat tik taklarıyla panik atak belirtisinde kalıp bir mutfağa koşturuyor, bir pencerelere seyirtiyordum. Karşıdan bir kapı açılsa!

Amerikan evlerinin bence en az eskiyen yeri sokak kapısıdır; hiç açılmaz da ondan… Sanırım ev eve benzesin diye, dekor amaçlı yapıyorlar… Onun yerine, evle iç içe bağlantısı olan garajın fiyakalı, otomatik, açılır kapanır kapısını kullanırlar. Otomobile bindi mi, bastı mı gaza gider!

Vallahi, komşuların garajından çıkan ilk arabanın önüne, cam silici çocuklar gibisinden atılmazsam, ne olsun; öyle kararlıyım, alesta bekliyorum. On dakika uzağımdaki markete kadar, ben de garajımızdaki arabaya atlayıp, gideceğim gitmesine ama inadım tutmaya görsün…

Sonra, bir ara düşündüm ki, benim bu takıntılı bekleyişime şifa olacak bir şey elde edemeyeceğim. Zira, birincisi şu ki, zaten onların evinde kuru soğan bulunmaz; yemek pişirmezler de ondan… Yemek pişmeyen ev, bence ev değil; tencereden yayılmış kokuyu tuğlasına çekmeyen duvarların içindeki insanlar da, aile değildir…

İkincisi, velev ki kapıda birini yakalamış olsam da, benim bu isteğimi anlamsız bulacaktır. Onlar, arada tel örgü, bahçe çiti gibi mesafe araçlarının ardından birbirleriyle konuşurlar; o yüzden kapılarına dayanmaklığım, karakolda sonlanabilirdi.

Üçüncüsü, diyelim ki kuru soğanı evde bulunan bir komşuya denk geldim. Sanmam ki mutfağında, kilerinde var olan bir şey için, “Ayol lafımı olur, ev sizin kardeş, dur bir koşu tel dolabı aralayıp getireyim,” desin… Aksine, yokmuş gibisinden, “Sorry”i basardı.

O hâlde, bu ısrarı terk edip, sonra bu olanları şikâyet mektubu gibi yazıp mimar dostlarımıza sormalıydım. İşte yaptığım bu! Lütfen, bir baş kuru soğan paylaşamayacağımız kentler, sokaklar, birbirinden derebeylik gibi ayrılmış yalnız yaşam evleri yapmayınız. Mimar olsam, iskambil kâğıtlarından ev yaparım da, yine de komşusu olsun isterim. Maça kızına, kupa beyi komşu olsun, yeter!

Bu arada, kalemi bırakmaya hazırlandığım şu son dakikada, yazıya göz atınca görüyorum ki yazdıklarımın arasında “Ayten abla”yla pek haşır neşir olan satırlarım da varmış. Bu, aslında komşuluğun önemini vurgulamak içindi… Ayten abla, iyi bir komşuydu. Ne ki, Ayten abla, kuru soğan da istemeye gelir miydi, bakın onu hatırlamıyorum… Ancak o bizden üst kata, kendi dairesine çıkarken, ben kapı aralığından, arkasından baka kalırdım; yaşım daha on, on iki var yoktu. Merdivenlerin kadınlar için icat edilmiş bir mimarlık şahaseri olduğuna o zamandan beri inanırım.

Madem ki iş bu pereseye geldi, “Arkitera” okuruyla ahbaplığı iyisinden artırdık, eh bir sonraki yazıda, merdivenlerden söz etmek elverir. Orda da yine laf dönüp dolaşıp Ayten ablaya geleceğinden, artık roman kahramanı ya da dizi karakteri gibi onun adına alışsanız, fena olmayacak görünüyor.

Nasılsa, burda mimarlığın mizahını yapıyor, deneme tarzı yazılarla sizi oyalıyorum. Yaptığım bu!

O hâlde, gelecek yazımda, merdivenlerden çıkmakta ya da inmekte olan bir hanımla, ona göz ucu ilişen erkekler arasındaki bağlardan lâkırdı edecek, bakın hele bir görün, konuyu nasıl mimarlığa ustaca bağlayacağım…

Ne ki, unutmadan, takvim defterime yazsam iyi olacak:

“Merdivende, Ayten abla!”

_________________

* Türkiye’ye dönen eski ABD temsilcimiz Şenol’un emanet yazılarındandı… Şenol’a Türkiye’deki yaşamında da başarılarının sürmesini ve köşesini boş bırakmamasını istiyoruz…

1591890cookie-checkKuru soğan istemenin imkânsızlığı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.